bir dağın uzantısı olmak
sana yetmediği zaman
gör ki sıradağlar talanda..
sözlere bak, bağı çözük çicekler
gibi ortada, dağılmış duruyor
nerdesin? hangisinde? solmakta mısın
doğrularda ve yalanda?
işte hangi uçurum dillerinin
dip kuytularında olmak
beni sana göre daha sınırda kılar?
ve aramızdaki sınır
hangi kaybolmalarda
tenhâyla çizilmiştir?
her şeydir, savrulur, ama bir şey
direnir o hâlâ bende kalanda
kayboldum akarsudan sözlerde
aktıkça yıpranan şiirlerde
ve en yabanıl olanda..
șimdi kim dindirecek erguvanları bende?
çüinkü Söz'üm ben, Söz'üm,
hem bulandım
hem de arındım aynı zamanda
sen benim kalbimin
bakıcısısın
güldeki karanlık yazıdan
bir mesel
söylemek üzre olan
sussam, razı değil dile
söylesem, derin ve geleneksel
bir hüzündür, dolaşır
elden ele
âh bedenin, zakkum bedenin!
bir dağyolu tadında
ve ben o yolu
kalbiyle bilen
yüzün gizemdir, senin, yokluk!
acı, sessizce yedi dildedir
sevdalar kimdedir, kandedir
ve depremler
senin neren?
kalbim buluşmamızdır, ey ceren!
B. Necatigil'e
uzun etme artık, şiirinden çık
acı ve düzyazıyla lânetlenmiş
olmadan önceki günlerine dön
hilmi yavuz
sevdalar ki onları ele vermeden
daha iyi nasıl anlatılabilir
ve neden
bir düșün hangi șiirin içinden
onu yazmadan daha
geçen bir turna görülmüștür?
sevda sözleri! siz şimdi benim
hangi tür
hüzünlere ne ad verdiğimi
nerden bileceksiniz?
tedirgin ve kömür
olmuş sesler duyarsınız ama
bu birșeyi anlatmaz ki!
şiir, hilmi yavuz, mühür-
lenir ve gömülür!
biz şimdi hangi hüzünden
aktıktı ve hangi nehirden
devredildik, söyle!
de ki kalbimizi
yorgun kömüre vurup savuran
gene biz mi olacağız?
de ki acımız, ekmeğimiz, zaferlerimiz
de ki böyle böyle
hangi umut, hangi sevda, hangi dağ
ve hangi-
dağ, allahuekber dağlarıdır
sevda, nâzımınki
ve ozan bir garib derviş işte
acısı gevaş'ta, ağıdı muş'ta
kendini yollarla bezemis
mendili boydanboya meneviş
bir büyük akşamın kulu
sabrı, hasreti doğulu
ve ölüm, bir kır yoksulu
gibi gök ekin arıyor sanki
hangi umut, hangi sevda, hangi dağ
ve hangi-
çok uzun anlatmak gerekti
ve biz, sadece imâ ile geçtik
'yol verin sevdaya'
gördük ve yol verdik
acıdan kalkıp acıya
varan bir yol gibi
kendini göstere göstere
akşam en güzel masaldır
iyi anlatılırsa
doğru olan herşeyde biraz
öfke, biraz yılgınlık vardır
der, bir kıssa
câm incelince şarap da incelir
yaşam acıdan kırmızıya
ölüm hüzünden beyaza
ve bir gül gelirse
bu yol ayrımından gelir
mutlaka ve nasılsa
kendi elimizle kurduğumuz gurbetten
daha zor bir sürgün yoktur
yaşasak da, yaşamasak da
umuda ve sonbahara hüküm ki:
gülün saltanat devrinden
ne sevdikse bugünden
ve ne kaldıysa dünki
acıyı yakuta döndürsün
hüznü döndürsün elmasa
akşam en güzel masaldır çünki
iyi anlatırsa
sen ilkyazı önce kendinde oluştur
ve sonra büyüt hiç solmayanı
bir dağ ki kendinden umulmayanı
senin yüzünde devşirip birden
ve en hoyrat, en sevecen
gözlerin ağır bir suçtur
ve benim kalbimi yeniden yazabilmek için
el aldığım çok olmuştur
eski fütûvvetnâmelerden
sen o ki dokunuşların
ve acının derin bahçıvanı
sevda, belki bir susuştur
ve kimbilir nasıl ve nerden
gelen bir türküyle duyulmayanı
bir soluk güldür, ki duyurmustur
eski fütûvvetnâmelerden
sen ilkyazı önce kendinde oluştur
ve sonra yürü yol olmayanı
acının vergisini verdik, gülün haracını ödedik.
hüznü demirbaş defterinden düşmeye geldi sıra
sen ki eyvan ağıtlarda
sürekli ve ahşap bir gülümseme gibi durdun
gözlerin bozkırdan devşirme
yolların bozgundan derlenmiş
karanlık yolcusu turnaların ve kurdun
ey hüzünlere reâyâ olan derviş
acının vergisini verdin, gülün haracını ödedin
hüznü demirbaș defterinden düşmeye geldi sıra
tarlalarla uzar gider al kısrak
gökçe çiçek tozar durur sılalarla
oysa ölüm, bir uçtan bir uca
bir uzun kervansaraydır ki
savrulur günü saati gelince
yıkılır yırtıla yırtıla
ve gel zaman, git zamandır
söz yanar, cönk üşür, yaz morarır
saçları çil kuşu, sesi nar tane
ve ürkek bir kilim gibi seğirip
ve nasılsa bir gülü edip bahane
gözleri mahzunîdir, karacaoğlandır
bin şiirin yeşil atına
çileli ekim günlerini bir daha oku
gelinciğin ve acının kitaplığında
acı, yok hükmündedir
ölümün anayurdu bendedir
solgun idam fermânıdır ruzigâr
bir türkünün derin ağaçlığında
ölüm, yok hükmündedir
kuşlar ahî, gün yörüktür, vakt irişir
haylice sonbahar olur
gizli abdal diliyledir sevda
sevda, yok hükmündedir
taşırdı yaz kuşları kaygısız
solukların kabuğunu teninde
vebadan kırılmış boş kentlerinde
diz dize oturuyor bakışlarımız
son kuşların son yaprağa usulca
değip geçerken anlattığı giz
bir hüzünde konaklamı gibiyiz
diz boyu bozgunlardan çıkınca
sen ey bakışların yolgeçen hanı
çılgınlığa yazla gelen ilk konuk
adlarına deniz vuran soyluluk
dize gelir önünde güllerin en yabanı