Ailesi ekonomisi sıkıntılar içinde ayakta kalmaya çalışırken kitaplara yöneldi. Yoksul bir mahallede büyürken tek avuntusu kitaplar, özellikle de kendisine gerçeğinden daha mutluluk verici bir dünya sunan kurmaca yapıtlardı.
Ernest dindar bir adam değildi. Ama her sabah randevu defterini açıp da o günü birlikte geçireceği canından aziz sekiz-dokuz insanın ismini gördü mü ancak dindarlıkla ilişkilendirebileceği bir duygu sarardı bütün benliğini. İşte böyle zamanlarda, onu bu amaca yöneltmiş olduğu için -birilerine, bir şeylere- şükranlarını sunma isteğiyle dolardı.
"Sağ olun, var olun," diye şakırdı. Hepsine şükranlarını sunardı, umutsuzluğa şifa dağıtan bütün hekimlere. Öncelikle, semavi siluetleri belli belirsiz seçilen, hepimizin ecdadı sayılacak olan Hazreti İsa’ya, Buda’ya ve Sokrates’e. Onların hemen altında öncü atalar yer alırdı, biraz daha açık seçik: Nietzsche, Kierkegaard, Freud, Jung. Yere biraz daha yaklaşınca da dedelerimiz, ninelerimiz sayılacak terapistler: Adler, Horney, Sullivan, Fromm ve işte Sandor Ferenczi’nin tatlı tatlı gülümseyen yüzü.
Ya sen kaç yaşındasın, Dr....? İsmini unuttum.
Her dakika, dedi parmağıyla şakağına vururken, bir düzine korteks nöronu sinek ölüsü gibi düşüp gidiyor...