"Besooz o bezaaz, içine yan ve alış." Herhangi birine sorunlarını anlattığında duyacağı ilk öğüt bu olacaktı Furuğ'un. Furuğ ise içindeki yangını şiirleriyle anlatmayı tercih etti ya da o yangını söndürmenin tek yolunun şiir yazmak olduğunu fark etti. Çok şey istemiyordu; şiir yazabilecek kadar özgür ve tüm erkekler gibi dışarıda rahatça gezebilecek, eğlenebilecek, okuyup çalışabilecek kadar eşit olmak... Kadın (!) şair değil sadece ve sadece şair olarak anılmak, anlaşılmak... Bu romanı okuduktan sonra, Furuğ'un şiirlerinde genç yaşta anne oluşunu, şiirleri yüzünden asla kabul görmeyişini hatta deli ilan edilmesini, biricik oğlundan bir daha asla görmemek üzere koparılışını, aşklarını ve bazen de hatalarını arayacağım. "Hukukun kara çarşafı hakkında, kan fıskiyeleri hakkında, ülkemin gençliğinin cenaze örtüleri giymesi hakkında" çalışmam, yazmam gerekiyor diyerek bıraktığı o eserleri anlamaya çalışacağım ve gencecik yaşında, talihsiz bir kazayla bu dünyadan göçüp gidişini unutmayacağım. Bu dünyadan bir Furuğ geçti; ismi gibi, ışık gibiydi. Biz de kuşların ölümünü değil, uçuşunu hatırlıyoruz bize öğütlediği gibi...