Ne yaparsa yapsın, ne söylerse söylesin son sözü hep yazgısının söylediğini anlamıştı artık, ne dağlar üzerine edilen yeminler, ne en dindar adaklar, yazgısının çizdiği yolu değiştirmeye yetiyordu.
Kimiz biz aslında? Gerçekte olduğumuz muyuz, yoksa olmak istediğimiz mi? Neden olduğumuz haksızlık mıyız, yoksa maruz kaldığımız haksızlık mı? Yazgımızın akışını değiştiren kaçırdığımız buluşmalar mı, yoksa tesadüf karşılaşmalar mı? Adımıza düzülen övgüleri, onurumuzu, saygınlığımızı korumak için arka planda kalmak mı, yoksa kendimizi sahne ışıklarının önüne atmak mı bize yardımcı oldu? Aslında bunların hepsiyiz; yaşamımızın inişli ve çıkışlı devinimi, yiğitliği ve çirkefliği ile sürekli kafamızı kurcalayan hayaletleriz aynı zamanda... Birçok rolün bir tek insanda buluşmasıyız, ancak hangi rol tam olarak üzerimize oturdu, hangisine zorla soyundurulduk, hangisi sonsuza dek kişiliğimizle yaşayacak, anılacak, işte bunu bilmek olanaksız.
İşte o zaman anladım ki, tüm evliyalar, erenler kıyamet gününe kadar bizim varlığımızı inkar etmişlerdi ve bundan böyle felaket bizim kaderimiz olmuştu.
Sadece yaşama tutunabilmek adına, kendi rüyasını canlandırıyordu zihninde, çünkü geriye kalan koskoca bir dünya idi ve bu dünyanın içinde ne var ne yoksa, hepsi birden ondan kaçıyordu.