Huzursuz beyni bilinçli yaşamının her evresinde onu a priori kavramlardan uzak tutmuştu. Düşünce akımlarıyla olayların alt katmanlarını, gelişim aşamalarını, kişiye ve topluma şekil verme güçlerini, inebildiği kadar derinlerde arar, onları damıtarak kendi gerçekliği içine yerleştirirdi. Hayat, sonsuz soruların sürekli dalgalandırdığı bir bilinmezler okyanusu gibiydi. Yanıtı verilen her soru, kendi içinde yeniden bölünerek geometrik diziler halinde çoğalıyor, giderek daha girifit soruların oluşmasına neden oluyordu.
Savaş alanları parçalanmış gövdelerin, ölü atların, imha olmuş silah ve malzemenin barut dumanıyla karıldığı sergi alanları gibidir. Talanın, tecavüzün, dışkının, kanın ve ateşin harmanında yalnızca ölümün yüceldiği vahşet mabetleri, yakılıp yıkılmış kentlerin tarihe bıraktıkları sessiz feryatlarıdır. Ve inan ki, hiç şiirsel değillerdir. Ne var ki, insanoğlunun yekdiğerine üstünlük kurma güdüsünün tarihi de en eski atalarımız olan Habil ve Kabil kardeşlere dek uzanır. Tarihin hırçın taşkını önünde durmak mümkün değildir. Kıyamet gününe doğru, zamanın içinde doludizgin at koparılan bu delice koşuda kazanırsan şan, şöhret, varsıllık; yitirirsen aşağılanma, kölelik, ıstırap ve ölümdür payına düşen...
"Kendini bil... Evreni bilmiş olursun...
Ölümsüz tanrılara dön...
Kendini eşsiz aşklara bırak...
İnancını koru...
Bil ki, çeşitli uluslarda ve değişik dinlerde çoğaltılmış görünen tanrılar tektir.
Evrenin tek tanrısı vardır.
Hepsine hoşgörüyle bak, ama gerçeğin ne olduğunu da bil...
Gizlilik evresinde tüm dinler birleşir..."
İleri yaşlarında insan hep ham halini, gençliğin ilk masumiyetini anımsadığında keyifleniyor. Olgun bir meyve haline geldiğinde, kendi lezzetinden kendin değil, seni tadanlar, senden beslenenler zevk alıyor galiba.