Bingenli Hildegard, insanı kirletenin regl kanı değil savaş kanı olduğuna inanıyor ve açık bir biçimde dünyaya kadın olarak gelmiş olmanın mutluluğunu yaşamaya davet ediyordu.
Sultan, kendisine ihanet eden birinden intikam almak için
hepsinin kellesini uçuruyordu.
Şafak vaktinde evleniyor, gün batımındaysa dul kalıyordu.
Kadınlar birbiri ardında önce bekaretlerini sonra da kellelerini kaybediyorlardı.
İlk gece sonunda hayatta kalmayı bir tek Şehrazat başardı ve daha
sonra her yeni gün için yeni bir hikâye anlatarak yaşamaya devam etti.
Birilerinden dinlediği, okuduğu ya da uydurduğu bu
hikâyeler kellesini kurtarmasını sağlıyordu.
Onları ay ışığından başka bir ışık almayan yatak odasının loşluğunda
alçak sesle anlatıyordu. Anlatmaktan keyif alıyor ve keyif veriyor
ama çok dikkatli hareket ediyordu.
Bazen, hikâyenin tam ortasında, Sultan’ın boynunu incelediğini hissediyordu.
Eğer Sultan sıkılırsa, onun için her şey bitecekti.
Ölüm korkusundan anlatı üstatlığı doğdu.
Bin yıl önce iki Japon kadın sanki bugünmüş gibi yazdılar.
Jorge Luis Borges ve Marguerite Yourcenar’a göre
hiç kimse asla Murasaki Shikibu’nun Genji’nin Hikâyeleri adlı,
erkek maceralarının ve kadınların aşağılanmasının usta işi
bir yorumu olan eserinden daha iyi bir roman yazmadı.
Diğer Japon, Sei Shônagon da, bin yıl sonra övülmenin
onurunu Murasaki’yle paylaştı. Yastıkname adlı eseri,
sözcük anlamı fırçanın akışına göre demek olan zuihitsu
tarzının doğmasına yol açtı. Küçük hikâyelerden, notlardan,
düşüncelerden, haberlerden, şiirlerden oluşan çok renkli
bir mozaikti bu tarz: Darmadağınık görünen çok çeşitli
bu parçacıklar bizi o döneme davet ediyor.
Marcela, Kuzey’in karlı coğrafyasında bulundu.
Oslo’da bir gece, şarkı söyleyen ve anlatan bir kadın tanıdı.
Kadın, iki şarkı arasında güzel hikâyeler anlatıyor ve bunu, çaktırmadan
fal bakan biri gibi küçük kâğıtlara göz ucuyla bakarak yapıyordu.
Oslolu kadın, her tarafında cepler olan devasa bir etek giyiyor,
bu ceplerden birer birer kâğıt parçacıkları çıkarıyordu.
Her kâğıt parçacığında güzel bir hikâye, bir temelin üzerinde
yükselen bir öykü ve her birinde, büyücülük marifetiyle bir kez
daha yaşamak isteyen insanlar vardı. O bu şekilde unutulmuşları,
ölüleri diriltiyor ve eteğinin derinliklerinden, yaşayarak ve
anlatarak yoluna devam eden insanoğlunun yolculukları ve
aşkları yavaş yavaş gün yüzüne çıkıyordu.
Güney Amerika’da daha çocuk yaşta avlandıktan sonra
pek çok kez alınıp satılmış ve Kuzey Amerika’nın Salem şehrine
gelene dek birçok sahip değiştirmişti.
Köle Tituba orada, o püriten mabedinde, muhterem
peder Samuel Parris’in evinde hizmet ediyordu.
Muhterem pederin kızları ona bayılıyorlardı.
Tituba onlara hayalet hikâyeleri anlatınca
1939 San Salvador de Bahia
Kuzey Amerikalı antropolog Ruth Landes Brezilya’ya geliyor.
Irkçılığın olmadığı bir ülkede siyahların hayatını yakından tanımak istiyor.
Rio de Janeiro’da Bakan Osvaldo Aranha tarafından kabul ediliyor.
Bakan ona, zenci kanıyla kirlenmiş olan Brezilyalı ırkını temizleme
niyetlerinden bahsediyor, çünkü hükümete
Magda Lemonnier, gazetelerden sözcükleri,
her boyuttan sözcükleri kesiyor ve onları kutularda saklıyor.
Kırmızı kutuda öfkelileri, yeşil kutuda sevgi dolu sözcükleri.
Mavi kutuda tarafsızları, sarı kutuda hüzünlüleri saklıyor.
Saydam kutuda ise sihirli olanları.
Bazen kutuları açıyor ve sözcükler istedikleri gibi karışsınlar diye,
hepsini masanın üzerine boşaltıyor. İşte o zaman sözcükler ona olan
biteni anlatıyor ve olacak olanı haber veriyorlar.
Peru’da bir falcı kadın üzerimi kırmızı güllerle kapladı ve yazgımı okudu.
Ardından müjdeledi:
“Bir ay içinde, bir onur ödülü alacaksın.”
Güldüm. Bana çiçekler ve başarı kutlamaları sunan o meçhul
kadının sonsuz iyiliğine güldüm ve komik tarafı neresi bilmediğim
onur sözcüğüne güldüm, çünkü aklıma eski bir mahalle arkadaşım geldi.
Çok cahil ama doğrucu bu arkadaş parmağını kaldırarak sık sık şöyle
bir hüküm veriyordu: “Yazarlar er ya da geç burjuvalaşırlar.”
İşte bu yüzden güldüm, falcı kadın da benim gülmeme güldü.
Bir ay sonra, tamı tamına bir ay sonra, Montevideo’da bir telgraf aldım.
Telgraf, Şili’de bana bir onur ödülü verildiğini haber veriyordu.
Bu José Carrasco Ödülü’ydü.