Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Semavi Dinlerin "Kutsal" Bilinen Kitapları

Kur'an'ın Eleştirisi 1

İlhan Arsel

Kur'an'ın Eleştirisi 1 Gönderileri

Kur'an'ın Eleştirisi 1 kitaplarını, Kur'an'ın Eleştirisi 1 sözleri ve alıntılarını, Kur'an'ın Eleştirisi 1 yazarlarını, Kur'an'ın Eleştirisi 1 yorumları ve incelemelerini 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Muhammed, sadece Tanrı’dan geldiğini söylediği yukarıdaki ayetlerle yetinmemiş, bir de işe şeytanları araç etmiştir. Örneğin, kişileri, sağ elle yemek yemeye ya da su içmeye zorlayabilmek için, “Sizden biriniz sol eliyle yemesin ve içmesin, çünkü şeytan sol eliyle yer ve sol eliyle içer” demiştir. Doğuştan solak olan kimselere bile sol elle yemek yedirtmez, sağ elleriyle yemelerini (ya da içmelerini) emrederdi. Söylendiğine göre bir gün sol elle yemek yiyen birisine sağ elini kullanmasını emrettiğinde adamcağız sağ elini kullanamadığını söylemiş, Muhammed onun bu özrüne aldırış etmeyerek kendisine lanet etmiştir; güya bu lanetleme üzerine adamcağız, o günden sonra elini ağzına götürememiştir.
Şeriatçılardan bazıları da, Kara Taş’ı kutsal bilmenin putperestlikle ilgisi olmadığını iddia ederlerken bayrak örneğine sarılırlar. Örneğin, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yayınlarında Kara Taş’ı öpüp okşamanın batıla inanmak olmayıp, Tanrı’ya saygınlık olduğu ve bu tür bir geleneğin bayrağı selamlamaktan farklı olmadığı yazılıdır. Başkanlığın
Reklam
İslamcılar, Kara Taş’ı öpmenin Safa ile Merve tepeleri arasında koşup şeytanlara taş atmanın, putperestlikle ilgili bir şey olmadığını söylerler. Onlara göre Kara Taş’ı öpmek bir taş parçasına tapmak değil, Tanrı’ya ve Muhammed’e saygı göstermektir. Ve güya Müslümanlar, Kara Taş’a taparlarken bir taş parçasına değil, bu taşın temsil ettiği şeye tapmaktadırlar. Kuşkusuz ki, her konuda olduğu gibi, bu konuda da İslamcıların bu saptırmalı mantığını anlamak kolay değildir. Eğer bu mantığa sarılacak olursak, bu takdirde, Lat, Menat ve Uzza gibi eski Arap putlarına tapan Arapları haklı bulmamız gerekmez mi? Bu taşlar da, onlara tapanlar bakımından “ilahiliği” temsil etmiyor muydu? Kara Taş’ı kutsal bilip ondan medet ummak Müslüman kişi için nasıl bir “manevi değer” ölçüsü sayılıyor idiyse, Lat, Menat ve Uzza gibi taş ya da ağaç parçasının temsil ettiği ilahiliğe tapan Arabın da değer ölçüsü aynı kertedeydi.
Muhammed, Hicret’in sekizinci yılında Mekke’yi ele geçirdikten sonra, her ne kadar Kabe’nin içinde bulunan putları -ki sayılarının 360 olduğu söylenir- yıktırsa da, “Hacer-i Esved”e dokunmadı. Dokunmak şöyle dursun, Müslümanların bu taşı, kutsal bilip bir bakıma tapınak edinmelerini sağladı. Hac amacıyla Kabe’ye gidenler için bu taşı okşayıp okumayı, ondan yarar sağlanacağını ummayı, adeta dinsel bir eylem kıldı. Taş parçası niteliğindeki bir şeyi öpmenin, okşayıp okumanın putperestlik olmadığını öne sürmek güçtür. Nitekim, halifeliği döneminde Ömer b. Hattab, Kara Taş’ı öpme geleneğini sürdürmenin pek uygun olmadığı görüşündeydi; çünkü, henüz putperestlikten yeni kurtulmuş Arap toplumunun Kara Taş’a tapmayı Arap putperestliğinin bir kalıntısı bileceğinden ve muhtemelen eski zihniyete döneceğinden korkmaktaydı.
Fakat, bir yandan böyle yaparken, diğer yandan Kabe’nin doğu köşesinde bulunan “Hacer-i Esved”in -ki Kara Taş diye bilinir- “kutsal” niteliğini sürdürmüştür. “Hacer-i Esved” şimdi üç büyük ve birkaç küçük parçadan bir araya getirilip taş bir çemberle çevrilidir; çemberin etrafında da gümüş bir halka bulunmaktadır. Söylendiğine göre, Kabe’nin kutsiyeti “Hacer-i Esved”den ileri gelmiştir; çünkü, eski Araplar, Lat, Uzza ve Menat adındaki putlar yanında asıl “Hacer-i Esved” adındaki bu taşa taparlardı. Daha doğrusu Safa ve Merve adıyla anılan iki tepe arasında koşup şeytanlara taş atarlar ve “Hacer-i Esved”i (Kara Taş) öperlerdi. İslam kaynaklarından öğrendiğimize göre, Muhammed, Hicret’in yedinci yılında umre ziyaretinde bulunmak üzere Mekke’ye gitmek için, Kureyşlilerden izin istemiş ve ziyareti sırasında Kara Taş’ı öpmüş, elleriyle okşamış ve yarıkoşar adımlarla etrafında üç kez dolaşmıştır. Daha sonra Mina Dağı’nı sağ tarafına alarak “Cemre” mahalline yönelmiş ve yedi çakıl atmak suretiyle şeytanları kaçırttığını bildirmiştir.
Ancak, Muhammed, yine bu aynı Kur’an’ı, batıl inançlara yer veren hükümlerle doldurmuştur. Verilebilecek örnekler pek çok; bunlardan birkaçına göz atmakla yetinelim: Kur’an’da, puta tapmanın “batıl” olarak tanımlanmasıyla ilgili ayetlerden biri şöyledir: “...Allah ‘Hak’kın ta kendisidir. Onun dışında taptıkları ise, batılın ta kendisidir. Gerçek şu ki, Allah, evet o, uludur, büyüktür” (Hac Suresi, ayet 62). “Put” denen şey, bir tahta ya da taş parçası olabilir. Nitekim Muhammed’in “cahiliye” diye adlandırdığı dönemde Arapların tapar oldukları putlar arasında “al-Lat”, “al-Uzza” ve “al-Menat” adıyla bilinenleri ve daha niceleri vardı; bunlardan “Lat” dört köşe bir taş, “Menat” ise Mekke ile Medine arasında bulunan el-Kudeyd mevkiindeki siyah bir kaya parçasıydı. Muhammed, kendisini “peygamber” olarak ilan ettiği tarihe (kırk yaşına) gelinceye kadar, Arap geleneği gereğince, bu putları (özellikle “Uzza”yı) ve ayrıca Kabe’deki Kara Taş’ı (Hacer-i Esved’i) kutsal bilir ve bunlara tapardı. Hatta İbn Kelbi gibi kaynaklardan öğrenmekteyiz ki, “Uzza” putuna kurban adadığı olurdu. Ancak, putlara tapma geleneğini engellemeden Arapları tek bir Tanrı’ya ve dolayısıyla Tanrı’nın “elçisi” olarak kendisine baş eğdirtmenin mümkün olamayacağını düşündüğü içindir ki, putlara tapıp saygı göstermenin “batıl” nitelikte şeyler olduğunu söyleyerek Kur’an’a. ayetler koymuştur (örneğin, Necm Suresi, ayet 19-23)
Reklam
“(Uyanlar, uydukları adamlara:) Siz bize sağdan gelirdiniz (sureti haktan görünürdünüz) derler” (Saffat Suresi, ayet 28). Muhammed, bu tür ayetleri Kur’an’a. koymakla, Müslümanları, sağın, her bakımdan sola üstün olduğu inançları içerisinde yoğurmak istemiştir. Çeşitli vesilelerle şunu anlatmıştır ki, “hayırlı” ve “iyi” olan her işin sağ yöne göre, olumsuz nitelikteki her işinse sol yöne göre yapılması gerekir. Örneğin, yatakta sağa dönük olarak yatılmalı, yataktan sağ ayakla çıkılmalı ve ayakkabılar sağ ayakla giyilmeye başlanmalıdır; yemek sağ elle yenmeli, su sağ ekle tutulan bardakla içilmelidir; birisine ikramda bulunulurken sağda oturan ya da bulunan kimseden başlanmalıdır; hurma yerken, hurma sağ elle tutulmalı, çekirdekleri ise sol elle çıkarılmalıdır; helaya gidildiğinde, “zeker” (erkeklik organı) sol elle tutulmalıdır; “def-i hacet “ten sonra pislikten temizlenme, sol elle yapılmalıdır; namazdayken ne sağ tarafa ne de kıbleye karşı tükürülmemeli, sol ayağın altına ya da sol tarafa tükürülmelidir; sadaka sağ elle dağıtılıp, sağ elle alınmalıdır. Çünkü, Muhammed’in söylemesine göre, Tanrı da, sağın üstünlüğü esasına göre iş görmekte. Örneğin, helal maldan verilen sadakaları sağ eliyle kabul etmektedir.
İslamcıların “hikmet-i tabiiye” şeklinde ya da “ilim kaynağı” olarak tanıtmak istedikleri şeylerin akılcı ilimlerle ilgisi yoktur. Fakat, -ne yaparsanız yapınız- İslamcılara, vahyi, aklın önüne geçirmekle ilim yapılamayacağını anlatamazsınız. Anlatamayacağınız diğer bir şey de batıl inançlarla ilgilidir. İslamcılar, Kur’an’ı bütün ilimlerin kaynağı olarak göstermek için bir de, “Kur’an batıl inançlara ve hurafelere yer vermez, batıl inanışları kökünden yok etmiştir” şeklinde konuşurlar. Konuşurken de kendilerine, Tanrı’nın batılı yıkıp “hak” olanı yerleştirdiğine dair, Kur’an ayetlerini dayanak yaparlar. Oysa bu iddialarında da yanılgıya saplanmışlardır; çünkü Kur’an batılı yok etmiş değil, aksine batıl inançları sürdürmüş olan bir kitaptır.
neden acaba Kur’an’da, Tanrı’nın, dilediği gibi insanların gönüllerini açıp Müslüman yaptığı, dar ve sıkıntılı kılıp “kafir” ya da “müşrik” (“putperest”) kıldığı yazılmıştır? Bunun nedenini, biraz önce değindiğimiz gibi, Muhammed’in yaşam”siyasetine egemen olan gereksinimlerde aramak gerekir. Şu bakımdan ki, Muhammed, kişileri -özellikle önemli ve etkili kimseleri, örneğin, kendi amcası Ebu Talib’i- Müslüman yapmaya çalışıp da yapamayınca, kendisini, çevresindekilere ve taraftarlarına karşı güç durumda hissederdi. Bir yandan “peygamber” olduğunu söylerken, diğer yandan, kendisine en yakın olan kişileri de Müslüman yapabilecek kudretten yoksun görünmenin, kendi prestij ve otoritesi bakımından yıkıcı olduğunu bilirdi. Özellikle Mekke döneminde, yani daha henüz güçlenmediği ve insanları zorla, kılıçla İslama sokma olasılığından yoksun olduğu dönemde, bu tür bir başarısızlık, onun peygamberlik iddiaları bakımından pek tehlikeli sonuçlar yaratabilirdi. Nitekim, bunun ilginç örneklerinden biri, kendisine babalık etmiş olan amcası Ebu Talib’i Müslüman yapamamasıyla ilgili olaydır. Biraz yukarıda belirttiğimiz gibi, Ebu Talib, Kureyşlilerin çok saydığı ve sevdiği bir kişi olduğu için, Muhammed şunu hesaplamıştı ki, eğer Ebu Talib’i Müslüman yapacak olursa, onun sayesinde Kureyşli puta taparlardan pek çoğunu İslama kolaylıkla sokabilecektir. Ancak, Ebu Talib, kendi atalarının dininden, yani puta taparlıktan ayrılmak istememiştir.
Her gizli şeyi bildiğini söyleyen Tanrı, cehennemin dolup dolmadığını bilmez görünmekte! Bilemediği içindir ki, dolup dolmadığını anlamak amacıyla cehenneme sormak ihtiyacını duymakta. Kur’an’ın Kaf Suresi’nde, Tanrı’nın, cehenneme, “(Ey Cehennem!) Doldun mu?” (Kaf Suresi, ayet 30) diye sorduğu yazılıdır. Ancak, cehennem öylesine açgözlü ve öylesine insanları yakmaya heveslidir ki, Tanrı’nın bu sorusuna, “Daha var mı?” (Kaf Suresi, ayet 30) diye karşılık vermektedir (bu konuda ayrıca bkz. Sahih-i..., c.2, s.826). Böylece cehennem, Tanrı’yı biraz daha fazla sayıda “kafir”i ateşe atmaya zorlamış gibidir. Bu zorlama altında Tanrı, ille de cehennemin açlığını gidereceğim diye, dilediği gibi insanları “sapık” yapar, “kafir” kılar; tıpkı “muhafız meleklerin” sayısının “19” olduğunu bildiren yukarıdaki ayette “...Allah dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini doğru yola eriştirir...” (Müddessir Suresi, ayet 30-31) dediği gibi!
Reklam
“Eğer Rabbin dileseydi insanları tek bir ümmet kılardı. Fakat, Rabbinin merhamet ettikleri bir yana, hala ayrılıktadırlar; esasen onları bunun için yaratmıştır. Rabbinin, ‘Andolsun ki cehennemi hep insan ye cinle dolduracağım’ sözü yerine gelmiştir” (Hûd Suresi, ayet 118- 119). Dikkat edileceği gibi, Tanrı burada “...esasen onları bunun için yarat(tık)... “diyerek, amacının insanları “ayrılıklar”, “düşmanlıklar” içinde yaratmak olduğunu, bunu yapmakla cehennemi insanlarla dolduracağına dair kendi kendine vermiş olduğu sözü tuttuğunu bildirmekte. Böyle olunca cehennemi doldurabilmek için yeteri kadar “kafir” bulmak ihtiyacındadır. Çünkü, cehennem, adeta doymak bilmeyen bir ejderhadır; Tanrı’nın, “Ey cehennem! Doldun mu?” diye sorduğu her defasında, cehennem Tanrı’ya, “Daha var mı?” diye karşılık vermektedir (Kaf Suresi, ayet 30). Oysa Tanrı için, cehennemi doldurabilmek üzere dilediğinin gönlünü darlatıp onu “kafir” kılmaktan (örneğin, bkz. Enam Suresi, ayet 125) ve “kafir” kıldıklarını cehenneme atmaktan daha kolay ne vardır ki? Hatta Kur’an’dan öğrenmekteyiz ki, Tanrı, bazı hallerde kişilere, günahları artsın da biraz daha kafir olsunlar diye süre de tanımaktadır. Örneğin, Al-i İmran Suresi’nde şöyle yazılıdır: “inkar edenler, kendilerine vermiş olduğumuz surenin sakın kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Biz onlara ancak, günahları çoğalsın diye süre veriyoruz...” (Al-i İmran Suresi, ayet 178).
Muhammed’in Kur’an’a yerleştirdiği ayetlere göre, Tanrı, insanları dilediği gibi Müslüman yapıp cennete sokuyor ya da dilediği gibi “müşrik”, “kafir” yapıp cehenneme atıyor. Kuşkusuz ki bu da bir çelişme! “Neden dolayı Tanrı insanları kafir yapıp cehenneme atıyor?” diye sorulacak olursa, daha önce değindiğimiz gibi bunun yanıtını yine Kur’an’da, ve Muhammed’in günlük siyasetinin gereksinimlerinde bulmak mümkün! Gerçekten de, Kur’an ‘da yazılanlardan öğrenmekteyiz ki, Tanrı, cehennemi insanlarla dolduracağına dair kendi kendine söz vermiştir. Örneğin, Secde Suresi’nde şu ayet vardır: “Biz dilesek herkese hidayet verirdik. Fakat, cehennemi cin ve insanlarla dolduracağıma dair benden söz çıkmıştır” (Secde Suresi, ayet 13). Yani Tanrı, eğer dilemiş olsa herkese hidayet verebilecekken vermiyor, çünkü vermiş olsa, cehennemi insanlarla doldurmak konusunda kendi kendine verdiği sözü tutamamış olacaktır. Ve işte sözünü yerine getirmek içindir ki, Tanrı, insanların tümünü hidayete erdirip tek bir ümmet yapmak imkanına sahip olduğu halde böyle yapmayıp, kimini “mümin”, kimini “müşrik” (putperest) ve “kafir” kılıyor.
Mekke’nin etkili kişilerinden biri olan Ebu Talib’i Müslüman yapmak, Muhammed’in başlıca amaçlarından biriydi. Çünkü, bunu sağlayacak olursa, Mekkelilerden pek çoğunu, özellikle, Kureyş eşrafını kolaylıkla kazanacağını bilmekteydi. Ancak, bütün çabalarına rağmen Ebu Talib’i Müslüman yapamamıştır; zira Ebu Talib, “Ben atalarınım dininde ölmek isterim” diyerek ve putperest kalarak gözlerini hayata kapamıştır. Kuşkusuz ki, bu başarısızlık Muhammed’i, kendi taraftarları indinde, “Amcasını bile Müslüman yapamayan bir elçi” durumunda kılmaya yeterliydi. Ve işte bu damgayı yememek için Kur’an’a, Müslüman olup olmamanın Tanrı işi olduğuna dair ayet koymanın yararlı olacağını hesaplamış ve öyle yapmıştır. Yani demek istemiştir ki, Ebu Talib’i Müslüman yapmayan doğrudan doğruya Tanrı’dır. Bu itibarla yukarıda sözü geçen ayeti, yani Enam Suresi’nin 125. ayetini, İslamcıların dedikleri gibi, ilim kaynağı niteliğinde bir şey sanmak yanlıştır.
“Allah kimi doğru yola koymak isterse, onun kalbini İslamiyete açar; kimi de saptırmak isterse, göğe çıkıyormuş gibi, kalbini dar ve sıkıntılı kılar. Allah inanmayanları küfür bataklığında bırakır” (Enam Suresi, ayet 125)... Tanrı’nın yüceliğiyle, adaletiyle de bağdaşır nitelikte değildir. Şu bakımdan ki, ayete göre Tanrı, dilediğini doğru yola sokup “Müslüman” kılmakta, dilediğini de saptırıp “kafir” yapmaktadır. Ancak, “kafir” yaptığı kimseleri cezalandırmaktadır! Daha başka bir deyimle, hem kişileri suçlu durumda kılmakta hem de cezalandırmaktadır! Kuşkusuz ki, ilme, akla ve insafa sığmayan bir çelişki bu! “Yüce” olduğu söylenen bir Tanrı’dan beklenmeyen bir şey bu! “O halde nasıl olmuş da böyle bir ayet Kur’an’da yer almış?” diye sorulacak olursa, cevabı kolaydır. Bu ayet, Muhammed’in amcası olan ve aynı zamanda kendisine babalık yapan Ebu Talib’in İslam’a girmemesiyle ilgili olmak üzere Kur’an’a girmiştir.
İslamcıların söylemesine göre J. Cousteau adında Fransız bilgini, Cebelitarık Boğazı’nda birleşen Akdeniz ile Okyanus’u incelerken bu iki denizdeki sıcaklığın ve tuzluluğun farklı olduğunu, buna rağmen birbirlerine karışmadıklarını görmüş, daha sonra kendisine Kur’an’da, Rahman ve Furkan surelerinde sözü edilen iki denizle ilgili ayetler okununca, “Modern ilmin 14 asır geriden takip ettiği Kur’an, ben şahadet ederim ki Allah kelamıdır” diyerek Müslüman olmuştur. Ancak, gerçek bu değildir; çünkü, ne J. Cousteau bu şekilde konuşarak Müslüman olmuştur ne de Kur’an’da denizden söz eden ayetlerin fizik, jeoloji vd... gibi ilimlerle ilgisi vardır. Şu bakımdan ki, bir kere J. Cousteau Müslüman olarak değil, ömrü boyunca hiç değiştirmediği Hıristiyan dininde ölmüştür. Öte yandan Kur’an’da sözü edilen iki denizden ne anlaşılması gerektiği konusu bugüne kadar çözümlenmiş değildir: kimi yorumculara göre iki denizden amaç, Şab Denizi’nde Nil ya da Basra Körfezi’nde Dicle veya Fırat nehirleridir; bununla beraber “iki deniz” deyiminin “Müslüman’lar ve “kafir’ler anlamına geldiğini söyleyenler de vardır; zira Kur’an’ın Furkan Suresi’nde Tanrı’nın Muhammed’e hitaben, kafirlerle savaşması için şöyle dediği yazılıdır: “(Ey Muhammed!) Mademki yalnız seni gönderdik, o halde kafirlere itaat eyleme ve bununla (Kur’an’la) onlara karşı cihat et! Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğerininki tuzlu ve acı iki denizi salıveren ve aralarına bir engel, aşılmaz bir sınır koyan odur” (Furkan Suresi, ayet 52-53)
420 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.