İşçinin sömürülmesi, soyut bir burjuva kavramı değil, kapitalizmin ve kapitalistlerin varlıklarını borçlu oldukları somut bir gerçektir. Sömürme olmasaydı, kâr olmazdı; kâr olmasaydı, kapitalizm ve kapitalistler olamazdı...
Kapitalist sınıfın şehirlerde ve köylerde gelişimi, eski egemen feodal sınıfların egemenliğinin sona ermesi demek değildi. Aksine, krallar, toprak sahibi asiller ve din adamları, gelişmekte olan kapitalizmi kendi çıkarları için kullanabilmek amacıyla her yola başvurdular. Bağımsızlıklarını satın almış ya da derebeylerine haraç vermemek için kasabalara kaçmış bulunan eski serfler, bir süre sonra bağımsızlıklarının ne derece sınırlı olduğunu günlük yaşantı içinde öğrendiler. Çünkü, krallarla derebeyleri, hatta kilise, bu eski serfleri bin bir türlü keyfi vergi ödemeye zorluyorlardı. Sanayi ile ticaretin doğal gelişimi, egemen feodal sınıflar tarafından konulan kurallarla kasıtlı olarak sınırlanıyordu.
Dayanışma kavramı emekçilerin içinde yaşadıkları, üretimde bulundukları maddi koşulların bir sonucudur. Emekçiler, bu koşullar içerisinde hayatlarını aynı şekilde kazandıklarının, birbirlerinin desteğine muhtaç olduklarının bilincine varırlar. Her şeyi ele geçirmeye çalışan, toplumsal yolda kolektif bir sorumluluk duygusundan yoksun olan, olayları daima bireysel ve bencil açıdan değerlendiren kişilerse birbirlerinin boğazlarını kesmek için fırsat arayan kapitalistlerdir.
Kapitalistler zenginliklerinin, kendi zekâlarının, tutumlu çabalarının sonucu olduğu, işçilerin tembellikleri, sorumsuzlukları ya da aptallıkları yüzünden fakir kaldıkları düşüncesini savunurlar.
Halkın bir kısmı açlığın pençesinde kıvranırken sırf fiyatını arttırmak için gıda maddelerinin önemli bir kısmının yakılmasını, yok edilmesini salık veren bir düzenin, yani kapitalizmin kötü bir düzen olduğunu ileri sürmek kapitalistlerce en tehlikeli düşünceler arasında sayılacaktı.