Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Hikayeler

Sınırdaki Tarla

Şevket Bulut
9/10
5 Kişi
7
Okunma
4
Beğeni
684
Görüntülenme
Güneş batmak üzereydi. Taa uzaklarda, tozlu yolun üst başında, iki yolcu göründü. Kel Kanber, oturduğu yerden ayağa yekindi. Sağ elini kaşının üzerine siper yaptı. Dikkatle, Karasu’ya paralel olarak yukarıya doğru tatlı bir meyille yükselen yola doğru yeniden baktı. “Uzaktan, iki kişi buraya doğru geliyor Döne!” dedi. “Bu saatte, Suriye sınırının uç noktasındaki bu yasak bölgeye, kim gelebilir? Üstelik akşam çok yakın… Güneş ha battı, ha batacak!” Yaşı otuz civarında olan genç ve güzel kadın, boynunu büktü: - Ne bileyim herif! Koca Kilis-İslahiye yolu, ahacık bir kilometre yukardan geçiyor. Gerçi, bu bize doğru uzayıp gelen toprak yol, çıkmaz sokak özelliğinde. Bizim tarlanın yanında son buluyor. Belli olmaz ki! Gelenler, ortağımız Hacı Hannan Ağa’nın adamları olabilir… Kel Kanber, haymaya doğru iki-üç adım attı. Seyyar merdivenden çıkıp haymanın yatak serili kısmına oturdu. “Sabahtan beri, sol gözüm seyiriyor. İnşallah, kötü bir olay meydana gelmez… Sol gözün seyirmesi hayra alamet değil…” diye düşündü. “Adamlar, çok hızlı yürüyorlar. Nerdeyse güneş, Gâvur Dağlarını aşacak… Yüce dağların gölgesi, doğuya doğru iyice uzadı… Kurt-kuş, yuvasına çekilmeye başladı…” - Öyle, haymanın üzerinde oturup durma, herif? Aşağıya in, şu mavzerini bir yerlere sakla! Kuşağının arasındaki tabancayı münasip bir yere koy! Haymanın tepesinde, boy beyi gibi oturup oyalanıyorsun. Madem yolcular bu yana yöneldiler, tedbirimizi alalım… Belki de korucudurlar… Evet evet; korucu olabilirler… Gene de belli olmaz. Sizin köyden de olabilirler. Kardeşlerin, adam tutup; üzerimize salabilirler… Kaçakçı desek; mümkün değil… Kule tepesindeki askerlerin ellerinde birer dürbün, beş bin metre arayla sınırı kolaçan ediyorlar. Mayın tarlasına yaklaşanı vururlar… Kanber, aceleyle haymadan geri indi: - Şu belimdeki umman marka tabancayı karpuz yığınının arasına salkıyayım… Mavzer ruhsatlı… Yatağın arasındaki ‘Kırıkkale’ marka tabancayı da kuşağımın arasına koşayım… Silahı üç olan adam, üç kişiye bedeldir. Yeter ki, silahları ayrı ayrı yerlerde bulundursun… Sen, ortalığı düzenle… Şu çulun-palazın üzerini temizle! Her yan, karpuz kabuğuyla dolu… Çevrede ne kadar hır-hış varsa; şu akan arka at. Aslan yatağından belli olur. Üzerine yeni giydiğin entariyi de geri çıkar. Tarlada çalışırken giydiğin basma entariyi, uzun iş donunu giy… Sakın, elin erkeklerinin yüzüne karşı gülme! Kadın kısmı, ağır gerek! Dolağını, çenenin altından geçir ve ense kısmında düğümle. Mümkün olduğu kadar biz erkeklerden uzak dur! Laflarının da arasına girme! Anladın değil mi? Genç kadın cilveyle omuz silkti. - Öğleden sonra, tarlada karpuz toplama işini bitirince, üstümü başımı değiştirmemi isteyen sendin. “Ulan avrat, terli terli kokuyorsun?” diyerek, beni arka iten, su dövüşü yapan, arkın içinde başıma çullanan, gene sendin. Şu anda, niye böyle huysuzlandın? Niye böyle kıskanç davranıyorsun? - Gevezelik etme, dedi Kanber… Avrat kısmı, itaatkâr olacak. Bir bildiğim var ki, böyle konuşuyorum. Şu yolcuların, bu saatte, bu tarafa gelişleri, normal bir geliş değil! Yaşça da, yolca da senden büyüğüm. Ne diyorsam onu yap! - Korkulacak bir şey yok bre herif! İşi, fazla büyüttün. - Öyle deme! Nah şu tepenin başından bu yana, ne zaman bir karartının geldiğini görsem; içim cızz eder. Biliyor-sun dul anam, İslahiye’de oturuyor. Biz de geldik, İslahiye’ye kırk kilometre mesafede bulunan bu uğursuz yere hayma kurduk! Bana kalsaydı, Nizip’ten bu tarafa adım atmazdım. Tutturdun, “Sılamı özledim, Karasu’nun çığıltısını duymak istiyorum” diye. Babanın silahlı adamları, bizi Nizip’te bile rahat bırakmadılar… Bereket versin, Baraklı olan dayım, bize kol-kanat gerdi. Senin gibi bir Kürt Ağa’sının kızını kaçırmak kolay mı? Çiftlik traktör şoförünün peşine takılıp koltuğunun altına bohçanı bile almadan, yayan-yapıldak, yollara düşeceksin. Bereket versin, baban öldü de, biraz rahata kavuştuk. Aşiret töresi çok ağırdı: Nişanlı kızı kaçırmanın cezası, ölümdür. Kardeşlerin vazgeçseler bile nişanlının tarafı işin peşini bırakmaz… - Canım, olayın üzerinden beş yıl geçti, o dava çoktan kapandı. Babam öldü. Kardeşlerim Demir Çelik Fabrikasına yerleşip; aylıkçı oldular… Eski nişanlıma gelince, iki çocuk sahibi. Kalbini ferah tut! Kanber, yatağın arasına sakladığı ruhsatlı silahını çıkarıp aldı. Karpuz tarlasının ortasına doğru yürüdü. Ağustos ayının tam ortasıydı. Hava oldukça sıcaktı. Çevrede mucuk-sivrisinek uçuşuyordu: “Bir yan leçe… Bir yan, önü tıkalı, bataklık haline gelen Karasu’nun eski yatağı. Kıble tarafımız mayın tarlası… Atalarımız boşuna, ‘Kazla-sazın çok olduğu yere mesken kurmayacaksın!’ dememişler. Mayın tarlasında, kokuşan eşek-çakal leşleri de cabası. Şu karpuz tarlasında, her gece ecel, terleri döküyoruz…” Kanber, karpuz yığınının doğu ucuna, Umman marka tabancasını sakladı. Tabancayı gömdüğü toprağın tam üstüne üç karpuzu yan yana koydu. Üç karpuzun tam ortasına da büyücek bir karpuz yerleştirdi. Hızlı adımlarla haymaya doğru yürüdü. Hanımına, “Ocağa tencereyi koy. İçine bolca su ve bulgur doldur” dedi. “Akşam yemeğimiz hazır olsun… Şu arkın kenarındaki minik bahçeden domates, soğan, salatalık, maydanoz, yeşilbiber topla. Bulgur pilavıyla ayran ve salata iyi gider.” On dakika sonra, iki yolcu, adım adım Kanber’in karpuz tarlasına doğru yaklaştılar. Biri şişman ve tıknaz, öbürü ise oldukça uzun boyluydu. Üzerlerinde haki renginde birer parka, altında kot pantolon vardı. İri postalları, hemen dikkat çekiyordu. Yorgun adımlarla Kanber’e doğru yaklaştılar. Öndeki uzun boylu olan gönülsüzce selam verdi. İkisi de kısa firez sakallı, uzun saçlıydı. Beyaz çizgili gömlekleri, kirden renk değiştirmişti. - Hayırlı akşamlar, arkadaş! Konuk kabul eder misin? Kanber, ikisinin de ellerini sıktı; “Buyurun başımızda yeriniz var!” İki genci haymanın altına götürdü. Gençler, postallarını çıkarmadan, minderlerin üzerine oturdular. İkisi de esmer ve gür bıyıklıydı. Sırtlarındaki parkaları ve altından görünen kısa namlulu otomatik silahlarını çıkarıp, dizlerinin dibine koydular. Aşırı yorgunlukları, yüzlerinden okunuyordu. Uzun boylu olan, durgun bir sesle sordu: - Sormak ayıp olmasın emme, bulunduğumuz yer neresi oluyor? - Buraya “Leçe Geçidi” derler. Şu güneydoğu tarafındaki uzayan ova, Suriye topraklarıdır. Işıkları tek-tük yanan yer, Suriye’nin ilk tren istasyonu Meydan-ı Ekbez’dir. Kuzeydeki şu Tahta Köprü Barajı’nın hemen altındaki büyük bina, Jandarma karakol komutanlığı binası… Batıda Hassa-İslahiye yolunun alt başındaki dağınık köy ise, Haydarkanlı köyü. Buradan görünmüyor amma; kuzeydoğuda, şu yüksek tepenin hemen arkasında, İslahiye ilçesinin son köyü olan Kazıklı yer alıyor. Kilis İslahiye devlet yolu, bu köyün önünden doğuya ve batıya doğru uzayıp gidiyor. Az ilerde, Karasu ve tren yolu var. Burası, sınırın en uç noktası. Karasu’ya paralel olarak, güneye doğru Hatay’ın Hassa ilçesinin toprakları başlar. Ovayı ortadan ikiye bölen beşyüz metre enindeki kamışlar, berdiler, sık ve gür çalılıklar, mayın döşeli alandır. Bu noktadan, taa Mardin iline kadar uzar… Mayınlı alan, çok tehlikeli ve çevresine ölüm saçar. Peki siz, bu bölgede ne yapıyorsunuz? - Ben ve eşim, sahibi Suriye’de olan, fakat Kazıklı köyü sınırları içinde bulunan bu tarlaya birkaç ay önce karpuz çekirdeği diktik. Masrafı çıktıktan sonra, karpuzların kârına Hacı Hannan Ağa’yla yarı yarıya ortağız… İşimiz bitince, haymamızı söküp; burayı en kısa zamanda, terk edeceğiz… İki genç, bir süre önlerine bakıp; düşündüler, Kanber yolculara: - Herhalde karınlarınız açtır, dedi. Ocakta bulgur aşı pişiyor. Arkın içinde Haydarkânlı köyünden gelme, bir tuluk da ayran var. Bizim avrat, taze sebzeyle salata yapacak… Hep birlikte afiyetle yeriz… - Valla karnımız iki gündür zil çalıyor. Bir de arkadaşımın postalları ayaklarını vurdu. Tam bir haftadır, postallarımızı çıkarmadık. Arkadaşımın ayak parmaklarının arası yara oldu. Bir leğen dolusu tuzlu su olsa, pansuman yapardık. Kanber, hanımına seslendi: - Döne, ocağa ıbrığı sür!… El leğenini de bura getir. Yemeğimiz hazır mı? Kadın. “Hazır” anlamına başını salladı. On adım ötede, ayakta duruyordu. Tıknaz ve kaba görünüşlü genç, kadını baştan aşağı süzdü. “Genç ve etine dolgun bir kadın” diye düşündü. Yüzüne biriken sivrisinekleri eliyle dağıtmaya çalıştı. Kanber’e döndü: - Çevreniz sivrisineklerle dolu… Bu sıcakta, bu çayın kıyısında nasıl yatıyorsunuz? İnsan, nefes alırken zorlanıyor… Sonra, insanın burnunu sürekli bir yanık saman kokusu yalıyor. Bu koku nereden geliyor? - Cibinliğimiz var, dedi Kanber… Geceleri cibinliğin içine girmeseydik, şimdiye sıtmadan, kansızlıktan öbür dünyayı boylardık… Pis kokular, mayın tarlasından geliyor. Kaçakçılar mayınları patlatmak için, işe yaramaz merkepleri mayın tarlasına sürüyorlar. Yabani hayvanlar, kuruyan ot ve ağaçlar üst üste yığılınca, çevreye böyle ağır kokular yayılıyor. Kadın ibriği alıp, on metre arkan arka kaldırdı. Getirip ocağın ortasındaki üçayağın üstüne koydu. Kuşganadaki bulgur pilavını geniş leğene boşalttı. Erittiği tavadaki yağı, pilavın üzerine yayarak döktü. Haymanın altındaki çulun üzerine bez sofrayı serdi. Leğeni, suladığı yufka ekmekleri, üç ayrı tabakta domates salatasını teker teker taşıdı. Kalaylı taslara ayranları doldurdu. Tahta kaşıkları leğenin yanına bıraktı. “Yemek hazır… Sofraya buyurun!” diye mırıldandı. Üç erkek sofraya oturdular. Tıka-basa karınlarını doyurdular. İki arkadaş birer sigara yakıp tellendirdiler. El leğenine boşaltılan sıcak tuzlu suda ayaklarını yıkadılar. Çevreye pis bir koku yayıldı. Kamber, kusmamak için kendini zorluyordu. Uzun boylu, ince dalyan olan genç, Kamber’e döndü: - Peki, senin adın nedir arkadaş? - Kamber derler. Aslımız Oğuzeli’nin Barak Türkmenlerinden. Hanımım da çoğunluğu Suriye’de bulunan Şeyhanlı adındaki Sünni Kürt Aşireti’ne mensup. Ben, bizim hanımın yanında, traktör sürücüsü olarak çalışıyordum. Şu, on adım ötemde duran patronumun kızına âşıktım. Onu, bir başkasına nişanladılar, bir gece sabaha karşı, kavilleşip; İslahiye toprağından kaçtık. Nizip taraflarında oturan dayımın yanına gittik. Beş yıldır gurbetteydik… Birkaç ay önce, geri buraya döndük. Törelerimize göre, nişanlı kızı kaçırmak, büyük suçtur. Cezası ölümdür. Başlık ve yol parasını da veremedim. Kayınbabam benimle barışmadan, küs öldü. Para tedarik edebilsem, götürüp kayınlarımın avucuna koyacağım… Belki böylece, barışma imkânımız doğar… Ehhh, işte bizim kısa hayat hikâyemiz böyle… Uzun boylu, ince dalyan olan genç, Kamber’in sırtını okşadı: - Peki, bu sınır boyunda ne aradığımızı, kim olduğumuzu sormayacak mısın? Neci olduğumuzu merak etmiyor musun? Ya biz, burada üç gün kalsak; tek soruya muhatap olmayacak mıyız? - Bizde soru sormak hafiflik kabul edilir. Ancak, bize soru sorulursa, cevabımızı esirgemeyiz. Sizin canınız sağ olsun. Yırtık çulumuzla, taşlı bulgur aşımıza, duru ayranımıza gönül indikten sonra; bize düşen, size kusursuz hizmet etmektir. Düşmanımızda olsanız, soframıza oturduktan sonra, yapacağımız muamele değişmez. Tıknaz olan genç: - Biz, dedi, Suriye’ye geçmek istiyoruz. Bize yardımcı olabilir misin? Kamber, üç-beş saniye sessiz kaldı. Gençliğinde birçok kez Suriye’ye geçmişti. Kayınbabasının yanında çalışırken geçit yerlerini öğrenmişti. İstese, mayınların arasından bir yılan gibi akıp, karşıya geçerdi. Fakat bu iki genci, gözü tutmamıştı. “Bunlar, ya casus; ya da vatan haini birer militan… Bunlara yardım etmektense, ölmeyi tercih ederim…” diye düşündü. “Yiğidin sığınağı inkâr!” diye içinden geçirdi… - Şu anda sınırı geçmek, hemen hemen imkansız, dedi. Suriye sınırında, son yıllarda, çok önemli tedbirler alındı. Bazı kritik bölgelere, elektrik verilebilecek teller döşediler. Belli aralıklarla ışıklandırılmış yüksek demir kuleler yaptırdılar. Militanlar, Bekaa Vadisi’nde eğitim görüp; sık sık Türkiye’ye geçiyor ve bazı olaylara karışıyorlar. Devlet bunu önlemek için, son yıllarda, sınırdan kuş uçurtmuyor. Sınır boyundaki bazı köylerde, silahlı korucular da nöbet tutuyorlar… Yani sözün kısası: Sınırı geçmek, şu anda mümkün değil. Uzun boylu olan genç, sırt çantasının ağzını açtı. İçinden katlanmış bir harita çıkardı. Arkadaşıyla fiskos ederek; uzun süre haritayı incelediler: - Bulunduğumuz nokta, “LEÇE” tabir edilen bataklığın doğu kısmı değil mi, dedi. Yani, Tahta Köprü Barajı’nın alt tarafları, demir yoluna çok yakın bir noktada bulunuyoruz… Kamber, hayret etti, “Herif, haritaya bakıp, bizim bulunduğumuz bölgenin taşını-toprağını sayıyor!” diye düşündü. Korku dolu bir sesle: - Evet, tam tarif ettiğiniz noktadayız. Ahacık şu beş yüz metre ötemizdeki kör ışıklar höyük karakol binasının. Böğrümüzden Kıble’ye doğru akıp giden çay ise, meşhur Karasu… - Bundan üç ay önce, bazı arkadaşlarımız, Suriye topraklarına geçip; tam bu noktadan, Türkiye’ye girmişler. Nurhak Dağlarında gelip bizi buldular. Peki, ama onlar bu sınırı nasıl geçtiler? Bu haritayı onlardan aldık… - Rehbersiz olarak sınırı geçmeleri mümkün değil! Mayınlara basmamak için, havada uçmak gerekir. Başka türlü, beş metre aralıklarla ve çapraz olarak döşenmiş mayınları geçmek imkânsız. On beş kilo ağırlığın üstünde, mayınlara ne temas ederse etsin, patlama meydana gelir… - Evet, rehber aracılığıyla geçtikleri doğru… Rehbere, adam başına beşyüz mark vermişler. Adam, Arapçayı, Türkçeyi ve Kürtçeyi bülbül gibi konuşuyormuş. Onun sayesinde mayınlı sınırı burunları kanamadan geçmişler… - Ben, beş yıldır sınırdan uzakta kaldım. Ayrıca, yönümü sınıra dönmemeye yeminliyim. Çünkü mayında, gözlerimin önünde, amcamın oğlu parçalandı. Daha hayatının baharındaydı. Şu tarladaki karpuzları satıp da yarı parasını cebime koyarsam, bu topraklarda yarım saat durmayacağım. Kayınlarımın ne zaman karşıma çıkacakları belli olmaz… Tıknaz olan merakla sordu: - Çoluk-çocuk yok mu Kamber efendi? - Hayır yık! Bugüne kadar Allah vermedi… Soruyu soran genç, diliyle dudaklarını yaladı. “Avrat mı kısır, sen de mi iş yok!” diye içinden geçirdi. “Doğum yap-mayan kadın, yürüyüşünden belli oluyor. Zelzele olmuş gibi, ayağının altındaki toprak sallanıyor.” - Neyse, dedi uzun boylu olan. Bize bir çıkış yolu göstereceksin. Üzerinde silahın var mı? - Evet var. Ruhsatlı bir Kırıkkale tabancam var. - Peki, uzun namlulu veya zulada saklı başka silah? - Yatağın arasında bir de 95 Harbi’nden kalma dede yadigârı ruhsatlı Beşli Alman Mavzeri… - Peki… İkisini de getirip bana teslim et! Kamber, kuşağının arasındaki tabancayı çıkarıp, gence uzattı. Daha sonra, yerinden kalkıp, yatağın arasındaki mavzeri aldı. Uzun boylu gencin önüne bıraktı. - İzin verirseniz, dedi. Akşam namazını kılmak istiyorum. Geç bile kaldım. Akşam namazının vakti çok çabuk çıkar… Arkın kıyısında abdest aldı. Yönünü Kıble’ye dönüp, çayırların üzerinde farzı ve sünneti, kılp geri misafirlerin yanına döndü, “Hanım acele çayı hazırla!” dedi. “Bulgur aşı üzerine çay iyi gelir…” Tıknaz adam, Kanber’e: - Sen Kürtçe biliyor musun, diye sordu. Bilmiyorum, dedi. Kamber, ben Türkmen’im. Ama hanımım Kürtçeyi çok iyi konuşur. Şeyhanlı Aşiretine mensuptur. Şeyhanlıların hepsi Hanefi mezhebine mensuptur. Hanımımın dedesi, Fransızların bu Kilis-İslahiye topraklarını işgalleri sırasında, Darmık Dağı muharebelerine katılmış. Toprak sahibi, çok zengin ve nüfuslu bir ağaymış. Milli mücadeledeki yararlıklarından dolayı, kendisine madalya da vermişler. Rahmetli kayınbabam, çevresindekilere madalyayı gösterir, sık sık babasının kahramanlıklarıyla övünürdü. Bizim bu bölgede, kesinlikle Türk-Kürt ayırımı yapılmaz. Kanber yerinden kalktı. “Size çay getireyim” diyerek ocağın başına doğru yürüdü. Yüksek sesle: “Avrat, şu fokurdayan çayı bardaklara dök bakalım” dedi. Hanımına iyice sokuldu, “Heriflerin hal ve hareketleri hoşuma gitmedi” dedi. Bunlar, ya casus; ya da vatan haini, eli silahlı kaçak bir militan. Karpuz kömesinin doğu tarafında, üç tane karpuzu, dip dibe, birini de tam ortasına konmuş olarak göreceksin. O karpuzların olduğu yere, umman tabancamı gömdüm. Mermisi ağzına sürülü duruyor. Emniyeti de açık. Tetiğini çektiğin an otomatik olarak ateş etmeye başlar. Senin çocukluğundan beri, silah kullanmaya meraklı olduğunu biliyorum. Babanla ava gittiğini bile söylemişlerdi. Şayet gerek olursa, silahın yerini öğrenmiş oldun. Allah gerek etmesin. Başıma bir iş gelirse, namusunu korumak için, her yola başvurmaktan çekinme! İcabında, namlunun ucunu, şakağına dayayıp, tetiği çekmekte dâhil… Göreyim seni ağa kızı… Namusumuza leke sürdürme!” Kadın, korku ve heyecanla çayı bardaklara doldurdu. Döne titriyordu. Kanber, onu teselliye çalıştı. Seni kaçırdığım karanlık geceyi hatırla, dedi. “Korkma ve kesinlikle sabaha kadar uyuma! İnsanın en büyük düşmanı uykudur…” Kanber, tepsiyi aldı, haymaya doğru yürüdü. “Buyurun” dedi. “Sıcak çayınız. İnsanın hararetini ve yorgunluğunu bir bardak sıcak çay alır…” Yanlarına bağdaş kurup oturdu. Üçü birden, çaylarını yudumlamaya başladılar. Tıknaz olan Kanber’e sordu: - Demek sen, kaçakçıların mayınlar arasından geçtiği yolu bilmiyorsun ha? - Gerçekten bilmiyorum, dedi. Askere gitmeden önce, Meydan-ı Ekmez’e gider gelirdim. Karımın babası, Suriye’de oturan Hacı Hannan Ağa’nın yakın arkadaşıydı. Suriye’ye geçtiğim zaman, onun evinde yatıp kalkardım. on beş-altı yıldır kaçakçılığı bıraktım. Çünkü çok tehlikeli… Sınırdaki her köyden birkaç kişi elsiz-ayaksız kalmış… Sonra, haram bir kazanç… Devletin menettiği meslekle uğraşan bir insan, iflah olmaz… Uzun boylu olan, tehditkâr bir edayla konuştu: - Peki seni rehberlik yapmaya zorlasak? Silah zoruyla mayın üstüne sürersek o zaman ne yapacaksın? - Faydası olmaz… İşin içinden çıkamam ve hep birlikte havaya uçarız! Sizlerin, silahlı olarak bu noktaya kadar gelebilmeniz bile büyük bir başarı! İslahiye’den bu yana, bir sürü askeri karakol var. Akbez yol ayrımında, jandarmalar her gün yolu keser; kimlik kontrolü yaparlar… İki genç, bir süre sessiz kaldılar. Tıknaz olan, “Herif çok doğru söylüyor” diye düşündü. “Geriye dönüşümüz de mümkün değil. Bir çare bulup bu mayınlı sahayı geçmemiz şart… Buraya varıncaya kadar, ne badireler atlattığımızı bir bilsen halimize acırsın” dedi. Askeri komandolar, bizi Nurhak Dağı’nda sıkıştırdılar. Zayiat vere vere, Engizek Dağı’na doğru çekildik. Engizek Dağı’nda, büyük bir bozguna uğradık. Biz ikimiz, Doğulu ve dağ çocuğu olduğumuz için, kuytu yollardan Çağlayancerit’e, oradan da Bozlar köyü civarındaki Söğütlü tren istasyonuna ulaştık. Bozlar’da köylülerden kadın elbisesi temin ettik. Ben hasta taklidi yaptım. Kompartımanlardan birine yatarak; silahları koynuma sakladım. Türkoğlu istasyonuna kadar trenle geldik. Minehöyük-Sakçagözü güzergâhını takip ederek, dağ yoluyla bura ulaştık. Bol para vererek, Minehöyük köyünden bir adam temin ettik. Bize, o rehberlik etti. En çok da silahlarımızı gizlemek için zorlandık… Uzun boyu olan, Kamber’in ağzını aradı: - Peki, Haydarkânlı köyünde, kılavuzluk yapan yaşlı bir adam varmış… O, bize yardım etmez mi? - Evet, köyde öyle bir adam var. Fakat son zamanlarda işe devam edip etmediğini bilmiyorum. Dedim ya; ben, yıllardır bu topraklardan ayrı kaldım… Tıknaz olan araya girdi: - Bana bak Kanber kardaş, dedi, “Sen hep ipe un seriyorsun… Bizler gözü kara adamlarız. Bizim için, insanların şu uçan sivrisinekler kadar bile değeri yok! Ben adamın başının derisini yüzer; çarık yaparım… Bir de kulak kesmeye meraklıyım… Maşallah senin de kulakların oldukça büyük… Söylemesi ayıp, dişi mahlûk görünce, hiç dayanamam… Arı-namusu satılığa çıkaralı çok oldu… Uzun boylu olan araya girdi: - Nurkak Dağı’nda, bir kadın dolandığı için, bir örgüt lideri tarafından cezalandırıldı. Falakaya yatırıldı. Ben olmasaydım hayatından olacaktı… Tıknaz, Kanber’in böğrüne silahının ucuyla dürttü. - Sana iki saat mühlet, dedi. Köye gideceksin; rehber denilen kavatı alıp buraya getireceksin! Karakola gidersen, jandarmaya haber verirsen, geri dönmez veya eli boş gelirsen, şu güzel karının acıklı halini, gözlerinin önüne getir. Sen dönünceye kadar; onu şu haymanın direğine bağlayacağım… Şayet geri gelmezsen, onunla dumansız ateş üstünde, sinsin oyunu oynayacağım. Bizim doğuda, cirit ve sinsin oyunu çok meşhurdur… Kamber, “Eyvah başıma gelenler!” diyerek titredi. “Ben ne yaparım? Ben nerelere giderim? Ey yüce Rabbim, sen bana yardım et!” Uzun boylu olan militan, biraz daha olgun hareket ediyordu. İkna edici bir sesle: - Korkma Kamber, dedi. Namusun bize emanet… Kendini, bizim yerimize koy! Seni burada tutup da hanımını köye göndersek; gece vakti, genç bir kadının sınır boyunda, yasak bölgede dolaşması… Çok tehlikeli… Ayrıca rehberi getirmesi de çok zor. En iyisi, köye senin gitmendir. Rehberi buraya getirirsen, sana etek dolusu para vereceğiz. Böylece, başlık borcunu da ödersin. - Benim için, para önemli değil, dedi Kamber. Benim parada-pulda gözüm olsaydı kaçakçılık yapar, çoktan zengin olurdum. Ben, helal kazanç peşinde koşuyorum. Lise son sınıftan ayrıldım… Ağır vasıta ehliyetim var. Ceylanpınar üretme çiftliğinde bir iş imkânı çıktı; gidemedim. Para canlısı değilim. Bana yapacağınız en büyük iyilik, yakamı bırakmaktır. Tıknaz olan araya girdi: - Canım, iki gözüm Kamber, kayınlarına başlık ve yol parası borcun yok mu? Köye gidip gelmeye, beş yüz mark alsan fena mı olur? Şu sivrisinek yatağında, üç-beş karpuz satışından ne kazanacaksın? Biz mücadelemizde başarılı olduğumuz gün, bu tarlanın sahibi olacaksın. Suriye’de oturan ağanın, bu tarlada ne hakkı var? Biz emekçiden yanayız… - Bu tarla bana babamdan mı kaldı ki, bana vereceksiniz? Başkasının malında benim ne hakkım var? - Seni avanak herif! Adam olmadığının gerçek sebebini ortaya koydun! Kadını yanına çağırdı: “Bana uzunca bir ip getir!” dedi. Kadın, bütün konuşulanları duymuştu. Cesaretini toplayarak, tahta sandığa doğru yürüdü. Sandığı açıp; bir top kendir çıkardı: - Buyur dedi, “İşte sana kendir. Siz iki kişi, bu kadını burada tutamayacak kadar korkak ve güçsüz olmasaydınız, esir muamelesi yapmak istediğiniz bu kadını, iple bağlamaya lüzum görmezdiniz… Elinizdeki silahlara güvenip, hava atıyorsunuz…” İkisi de kadının bu ağır sözlerine cevap veremediler. Tıknaz olan kadını haymanın direğine bağladı: - Avcı bile, kınalı kekliğini kaçmasın diye kafese kapatır. Kocan gelinceye kadar bu direkte bağlı duracaksın. Eğer kocan gelmezse, senin başına neler geleceğini varsın o düşünsün. Kamber’e döndü: - Yürü bakalım arkadaş, dedi. Sana iki saat süre. Aslında gelmemen beni sevindirir. - İki saat yetmez, dedi Kamber. Haydarkânlı köyü buraya epeyce uzak. Rehberi bulup ikna etmem uzun sürebilir. Uzun boylu olan araya girdi: - Saat tam onikide burada ol, dedi. Şayet gelmeyecek olursan, şu bizim arkadaşımın kot adı: “Kanlı kasap”tır. Bana da “Çaylak Doktor” derler. Bu kasabın, insan vücudunda yapacağı tahribatın ilacını henüz bulamadım. Yani güzel hanımının başına bir iş gelirse sorumluluk kabul etmem! - Peki dedi Kanber. Saat onikide burada olmaya çalışacağım. Ancak izin verin; hanımımla konuşayım. Gençtir, burada yalnız kalınca, korkmasını istemiyorum. Ona, cesaret verici birkaç söz etmek istiyorum. - Olmaz, dedi tıknaz olan. Söyleyeceğin sözleri, bizim huzurumuzda söyle. “Osmanlı’yı yakan fiskos” denilmiştir. Direğe bağlı kadın, kızgın bir sesle konuştu: - Gözün arkada kalmasın. Kamber, dedi. Biran önce, köye gidip, gelmeye bak! Bu iki adam, benden korksun. Zaten benden korktuklarının en büyük delili, beni iple direğe bağlamaları değil mi? Kamber: - Allah’a emanet ol Döne, dedi. En kısa zamanda, köye gidip, rehberi buraya getireceğim. Haydarkânlı köyüne doğru hızlı adımlarla yürüdü. Tıknaz olan, önündeki sırt çantasından bir şişe çıkardı: - Viski içer misin Doktor, dedi. Galiba işi yoluna koyduk. Bahse girerim ki bu Kamber, rehberi yanına almadan buraya geri gelmez. Şu kıyıcı güzelliği olan kadın için her şeyi göze alacaktır. Yarım saat kadar içki içip, kendi aralarında sohbet ettiler. Genç kadın, bağlı olduğu yerden, kıpırdamadan onları dinliyordu. Doktor lakaplı olan, esnemeye başladı: - Çok yorgunum ortak, dedi. İstersen, sırayla ikişer saat uyuyalım… Aylardır rahat bir uyku yüzü görmedik… İlk sırayı, bana verir misin? İkimizin birden uyuması, çok tehlikeli olur. - Haklısın Doktor… Önce, sen uyu! Ben, daha şu şişenin dibini bulamadım. Zaten uykum da gelmiyor. Yakınımda genç ve güzel bir kadın nefes aldığı sürece uyuyacağımı da sanmıyorum… Senden çok rica ediyorum: Nurhak Dağı, Aligöl yöresindeki hatanı tekrar etme! Bu kadına elini sürdüğün an acımadan seni vururum. Çok zor durumda olduğumuzu, bir düşün. Tuzağa düşmüş, iki yaralı aslan gibiyiz. İleriye gitme imkânımız yok. Geriye dönme imkânımız yok… Şu anda, tıp fakültesinin son sınıfından ayrıldığıma, bin pişmanım. - Kötümser olma dostum. Önümüzde, aydınlık ufuklar var. Ben çocuk değilim. Duygularıma gem vurmasını bilirim. Karı güzel amma mekân uygun değil. Müsterih ol ve rahat uyu. Doktor, haymanın altındaki minderleri üzerine yan üstü uzandı. Yarım saat sonra, kesik kesik horlamaya başladı. Tıknaz militan, arkadaşının uyuduğundan emin olmak için, bir-iki defa sağına-soluna dokundu: “Rüya bile görmeye başlamış!” diye gülümsedi. Parlak ay, tam tepelerindeydi. Ortalık gündüz gibi aydınlıktı. Güneyde, tam ovanın ortasında, Meydan-ı Ekbez’in ışıkları parlayıp duruyordu. Geline doğru yavaş yavaş yaklaştı. Yanağından bir makas aldı… Yüzünü okşadı… Başındaki tülbendi çıkarıp, uzun saçlarını avuçlarının içine aldı: - Durumun nasıl Döne hatun, Dedi. Bir yerin acıyor mu? Seni çözmemi ister misin? Bak, arkadaşım uyudu… Sen ve ben… Yer ve gök. İn-cin top oynuyor. Şu mehtaplı gecede neler yapılmaz ki!… Kadın, onu tahrik etmeye çalıştı. Cilveli cilveli güldü: - Beni çözmeye korkmaz mısın, diye fısıldadı. Çözdüğün an, boğazına yapışır, canını alırım. - Bana gücün yeter mi? Şu anda, uzun kış boyunca, ahırda beslenmiş boğa gibiyim. İstersen bir dene. Başına neler geleceğini görürsün! Genç kadın, konuşurken en büyük silahı olan dişiliğini kullanıyordu. Militan, kesik kesik nefes alıyordu. İyice heyecanlanmıştı. “Sana etek dolusu para vereceğim” dedi. Yeter ki, gözlerimin içine bak! Bana istekle gülümse! Saçlarını okşamama izin ver…” Genç kadın, erkeğin gözlerinin içine uzun süre baktı. “Beni çabuk çöz” dedi. Tarlanın ortasına doğru gidelim. Arkadaşın uyanırsa ikimiz de rezil oluruz. Bağırdığımı düşün… Konuştuklarınızı duydum… “Bana tecavüze yeltendi” desem, başına neler gelebileceğini tahmin et! - Kaçmayacağına, bana karşı koymayacağına dair, söz veriyorsun değil mi? - Söz… Militan, kadını bağlı olduğu direkten çözdü. Bileğinden şiddetle yapıştı. Sürüklercesine tarlanın ortasına doğru götürdü… Kesik kesik nefes alıyordu. Karpuz yığınının yanına vardılar. Kadın. “Sen nerelisin?” diye sordu. Şiven, benim şivem gibi bozuk. - Doğuluyum, dedi. Doğduğum köyün adını söylemeye gerek var mı? Ben de tanınmış bir aşirete mensubum. Kürtçeyi iyi bilirim. Ancak, Zazaca şivesiyle konuştuğum için seninle anlaşmamız mümkün değil… Kadın: - Sen soyun, dedi. Ben şu karpuzların arkasına geçeyim… Senin yanında soyunmaya utanırım. Daha önce, elime bir yabancı erkek eli değmedi… - Ya kocanın gittiği yöne doğru koşarsan? - Senin elinden kurtulmak mümkün mü? Şu anda, kurdun pençesine düşmüş yaralı bir ceylan gibiyim… Daha üç-beş adım atmadan, beni uzun saçlarımdan yakalar, tarlanın ortasına yatırırsın… - Hadi öyleyse. Biraz çabuk ol! Kendimi tutamaz oldum. Kadın, karpuz yığınının doğu tarafına doğru yürüdü. Üç karpuzun üstünde dördüncü bir karpuz daha duruyordu. “Enayi!” diye içinden geçirdi. “Bir dakika sonra, pis gövdesine kurşunlar saplanacağını bilseydi, acaba ne yapardı?!” Üstteki karpuzu yavaşça kucaklayıp yere indirdi. Diğer üç karpuzu birbirinden ayırdı… Toprağı parmaklarıyla eşeleyerek tabancayı avucunun içine aldı. Kabzasının soğukluğunu kalbinin derinliklerinde hissetti… Karpuz yığınının batısına doğru sessiz adımlarla yürüdü. Çıplak militan ay ışığında, bir heykel gibi, karşısında dimdik duruyordu. Kadına hayretle baktı: - Daha soyunmamışsın, diye yutkundu. Genç kadın, Umman tabancanın kabzasını iki eliyle kavradı. Namluyu bir-iki saniye içerisinde aceleyle militana doğru çevirdi. Üst üste, beş-altı el ateş etti. Silah sesleri, ovanın derinliklerinde yankı yaparak; uzaklara doğru, dalga dalga uzayıp gitti… (Sınırdaki Tarla, Şevket BULUT)
Yazar:
Şevket Bulut
Şevket Bulut
Basım Tarihi: 1996Yayınevi: Dolunay Yayınları
Ülke: TürkiyeDil: TürkçeFormat: Karton kapak

Yorumlar ve İncelemeler

Tümünü Gör
Henüz kayıt yok
Reklam
100 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.