John Rawls’un toplumda en kötü durumda olanlara yarar sağladığı sürece eşitsizliklerin kabul edilebileceği (ünlü Farklılık İlkesi) adillik biçimindeki adalet kuramı...adaletin konusu, “toplumun temel yapısı”dır, “temel toplumsal kurumların birbirine uyarak tek bir sistem oluşturdukları biçim ve temel hak ve ödevler verilmesini ve toplumsal işbirliğinden kaynaklanan avantajların paylaşılmasını biçimlendiren yol olarak anlaşılır.” Bu nedenle, “temel yapıya ait olan kurumların rolü, bireylerin ve kuruluşların eylemlerinin dayandığı adil arkaplan koşullarını güvence altına almaktır.”
Brian Berry şu yorumda bulunur:
Rawls’un böylesi bir toplum yapısı anlayışını kuramına katması, liberal politik felsefesinin olgunlaşmasını temsil eder. İlk defa, geniş biçimde bireysel olan geleneğin temel düşünürlerinden biri, toplumlarin tarih boyunca süren eşitsizlik örüntüleri ve güç, statü ve para hiyerarşileri içinde insanlara konumlar dağıtmak için sistematik yollar olduğunu açıkça kabul ederek Marx ve Weber’m mirasını değerlendirmeye almıştır.
Toplumsal kurum ve davranışlara yönelik somut değerlendirmeleri, insan doğasına ilişkin genellemelere dayandırma girişiminin elbette ki öncülleri vardı. Hobbes, İngiliz Devrimi sırasında (1640-60) mutlak monarşiyi haklı göstermek için yazdığı büyük eseri Leviathan ilk bölümünü “İnsan Üzerine” adlı bir bölümle açmıştı.Korku, hırs ve kıskançlığın sonsuz bir yarışa sürüklediği yaratıklara karanlık bir portresini sunuyordu: “yaşamın kendisi hareketten başka bir şey değildir ve hiç bir zaman anlamsız olamayacağı gibi, arzusuz ve korkusuz da olamaz.” Sonuç olarak devletin olmadığı doğal durum zorunlu olarak savaş durumudur: “insanlar onlan korku içinde yaşatacak ortak bir güç olmadan yaşadıkları zaman, her insanın her insana karşı olduğu, savaş durumu adı verilen durumu yaşarlar.” Hobbes, daha sonra, bu herkesin herkese savaşından, yani ünlü ifadesindeki biçimiyle “insan yaşamının yalnız, yoksul, kötü, kaba ve kısa” olduğu savaştan kaçınmanın tek yolunun insanlar için bir topluluk aracılığıyla “bütün güç ve kuvvetlerini bir kişiye ya da kişilerden oluşan bir meclise, egemene bırakmak” olduğunu savunur.
Smith, piyasa ekonomisini ana toplumsal sınıfların uygun biçimde ödüllendirildiği bir düzeye ulaşma eğilimindeki kendi kendini düzenleyen bir sistem olarak görerek, Aydınlanma’nın en yaygın biçimde paylaşılan varsayımlarından birini yansıttı. Philosophelar, yaygın biçimde, müdahale edilmediği sürece, şeylerin yöneleceği doğal bir olaylar süreci olduğunu ileri sürüyorlardı. Kuşkusuz bu konuda Galileo ve Nevvton’un ortaya çıkardığı, başka bir nesne tarafından etkide bulunulmadığı sürece belirli bir nesnenin belirli bir yönde ilerleyeceğini belirten fizikteki eylemsizlik ilkesinden etkilenmişlerdi. Ne var ki onlar “doğal” olana normatif bir çağrışım kattılar, böylece olayların doğal süreci aynı zamanda olması gereken süreç anlamına gelmeye başladı. Bu nedenle, Fransız Fizyokratlar Okulu iktisatçılarından biri olan François Quesnay doğal bir fizik yasasına ilişkin olarak şu tanımı öne sürdü: “doğal düzendeki bütün fiziksel olaylarin düzenli süreci, açıkça görüldüğü gibi, insanlık için en yararlı olanıdır. ”Buna uygun biçimde, serbest piyasa ekonomisinin sloganı olan “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler”i ortaya çıkaran kişi de Quesnay idi.
Johan Heilbron, “Rousseau, büyük olasılıkla société(toplum) sözcüğünü temel bir kavram olarak kullanan ve ‘toplumsal’ ilişkiler çerçevesinde açıkça akıl yürüten ilk kişilerden biriydi” der.
Habitus bireysel eylemcilerin belirli toplumsal yapıların ihtiyaçlarına adapte olmasını sağlayan araçlan içerir. Bu nedenle “zorunluluklardan çıkmış bir erdem” olarak görülmelidir...Bourdieu, habitus’u bilinçli olarak sahip olunan inançlar dizisine benzeyen bir şey olarak görmez. Bir kere, sözcüğün gerçek anlamına göre örneğin değişik yemek zevklerinde, kişilerin bedenlerini taşıma biçimlerinde, kıyafetlerinde, vb. var olan -“doğaya dönüşen, otomatik planlarına ve bedensel otomatikliğe dönüşen toplumsal zorunluluğu”- içerir...eylemcilerin bir dizi kuralın bilinçli bir biçimde gözlenmesine indirgenmeden tahmin edilebilir olan değişik durumlar yelpazesi ile baş edebilecek uygulama yeteneklerinde örtük olan somut bir yetenek biçimini içerir.
Yorumcular genellikle Montaigne’in modernliğini ve kendini belli bir bireysel özne olarak görmesini vurgularlar: “Amacım kendi benimi ortaya çıkarmaktır” der Montaigne. Kendi değişken ve belirsiz doğasından başlayarak insan davranışlarının çeşitlerini inceler ve de toplumsal pratiklerin zamana ve yere göre değişken oluşlarını vurgular. Yine de yerleşik Katolik anlayış çerçevesi içinde, temel çıkış noktası, klasik antik dönemden gelen bilgeliktir.