Sonra anladım ki, hep var olduğunu düşündüğümüz bir okur için yazıyoruz biz hikâyeri. Orada, bilmediğimiz bir yerde, cumbalı bir evde ya da apartman dairesinde, belki çocuklarını doyurmuş, çantalarını hazırlamış, yakalarını, önlüklerini takmış, sonra iki gözlerinden öpüp uğurlamış biri için yazıyoruz. Sabahın hayhuyu geçtikten sonra ferahlayacak. Belki de koşarak işe gidecek. İncire ya da tütüne. Yolda, Selçuk vapurunda iskele tarafına, bahar güneşine oturup kitabını açacak. Bizim hikâyemizi okuyacak. Mesut olacak ve huzurla saçlarını geriye atacak. Sonra da çaycı çocuğa gülümseyecek. Ha? Olmaz mı? Belki de biz işte onun için, bizi seven sadece bir okur için yazıyoruz bütün bunları.
Biz onlara dedik ki, elbette sizin bilmediğiniz öyküleri biz biliriz. Seni yazdıkların için küçümseyenler bilmiyorlar mı, onların akıllarını açıp yazdıklarını biz koyduk. Zenginlik istediler, verdik. Pahalı kumaşlar ve kervanlar dilediler; bir sabah kapılarının önüne koyduk. Ama yine de senin öykülerine güldüler. İçine yeis dolmasına izin verme. Sabretmekten vazgeçersen onlardan ne farkın kalır. Hem senin neyi becereceğini de biz bilirdik. Onun için çabalasan da, vazgeçsen de fark etmez. Ama vazgeçmemende büyük mükafatlar olabilir. Olmayabilir de.