“Albay Aureliano Buendia uzun süre kendine gelemedi. Balık yapmayı bıraktı. Zorla bir iki lokma yiyebiliyor, battaniyesini sürükleyerek, öfkeden dişlerini gıcırdatarak uyurgezer gibi evin içinde dolanıyordu. Üç ay sonunda saçları aklaştı, eskiden pırıl pırıl yağlayıp büktüğü bıyıkları renksiz dudaklarının iki yanından sarktı. Ama gözleri, doğduğu zaman orada bulunanları şaşırtan, çocukken bakışıyla sandalyeleri sallayan o alev alev, kömür gibi yakıcılığını yeniden kazandı. Albay, acıdan çılgına dönüp öfkelenerek, gençliğinde kendisine şan ve şöhret bataklıklarında yol göstermiş olan önsezilerini yenibaştan canlandırmaya boşuboşuna çabaladı. Kendine iyice yabancı gelen, içindeki hiçbir şeyin ve hiç kimsenin yüreğinde en ufak bir sevgi kıpırtısı uyandırmadığı bir evde yapayalnız kalmış, kaybolmuştu. Bir keresinde savaş öncesi yıllardan bir iz bulabilmek umuduyla Melquiades’in odasını açtı, yılların bakımsızlığından gelen bir toz, pislik, süprüntü yığınıyla karşılaştı.”