"Ben Allah'ın yerinde olsam bir iki demem. Sen?"
"Çocuk musun, ben de!"
"Bu konuştuklarımızı duyuyor tabii değil mi?"
"Tabii."
"Ne diyor acaba?"
"Ne diyecek, kıs kıs gülüyordur."
Böyle çevik, böyle şipşirin bir tarlakuşu olmayı ne kadar çok isterdi! Yokluk içinde sıkıntıyla yaşamaktansa karnını doyurabileceği üç beş arpa, birkaç solucan ümidiyle toprağı, at pisliklerini eşelemek çok daha keyifli değil miydi?
Hatçe, Memed'i görür görmez olduğu yerde kalakaldı. Dondu kaldı. Ağzından çıt çıkmadı. Sendeleyerek geldi, duvara sırtını dayayıp oturdu. Bitmişti. Uzun zaman böyle yan yana kaldılar. Dilsizlermiş gibi. Öylece birbirlerinin gözlerine baktılar.
Memed'in gözüne bir çuval takıldı. Uzun zaman gözünü çuvaldan alamadı. Çuvalın üstünde muhabbet kuşları vardı. Küçük küçük... Belki bin tane. Gaga gagaya vermiş kuşlar... Yeşil, mavi, kırmızı mor kuşlar. Gözleri yaşla doldu. Kuşlar renk renk uçuşuyor.
Cabbar en sonunda elini uzattı. Memed'in sırça parmağını tuttu. Memed, ağır başını kaldırdı. Baktı. Cabbar da Memed'in gözlerinin içine baktı. Bir zaman oldukları yerde durarak birbirlerinin gözlerinin içine baktılar.
Erkekleri tanırım, mösyö, zaman zaman kızdıklarında böyle şeyler söylerler. Eğer onların söyleyecekleri her şey ciddiye alınacak olsa dünya çok tuhaf olurdu.