Acıya karşı bağışıklık kazanmamızı sağlayacak bir yaşam tarzı olmadığını anlasak, her şey çok daha kolay olurdu. Mutluluğun doğasında acının da olduğunu. Biri olmadan öbürünün de olamayacağını. Tabii ki farklı düzeylerde ve miktarlarda. Ama hiçbir hayatta sonsuza kadar saf bir mutluluk içinde olamayız. Öyle bir hayat olabileceğini düşünmek ancak yaşadığımız hayattaki mutsuzluğumuzu büyütmeye yarar.
Mutsuzluk işlevseldir, mutsuz olduğunuzda geri çekilir, dinlenir, güçlenir, enerji bulur, yeniden yola koyulursunuz. Mutlusuzluk ise enerji vampiridir..
"İnanırsan olur", "istersen başarırsın", "içindeki sonsuz gücü ortaya çıkar" gibi zırvalara inanan insan, basitliğini ve doğanın içindeki mütevazi rolünü idrak etmek yerine hep onu inkârı seçti. Biricik ve özel değilken böyle olduğunu sanmak ise sonunda tüm dünyaya mutlusuzluk virüsünü bulaştırdı.
Sadece çakma spiritüel yolculuklar değil, motivasyon, liderlik, ikna, etkileyicilik, başarı, mutluluk, çekicilik, kişisel gelişim derken nasıl da yüksek özgüvenli, özel ve değerli olduğunu düşünen bomboş, fabrikadan çıkma seri üretilmiş mutlusuz bir kitle oluştu. Değerliliğini kanıtlamak için sosyal medya filtreleri kullanan, alışveriş yapan, şık kıyafetler giyen, pahalı arabalara binen, tüm dünyayı gezen, gezerken de meditasyonunu, yogasını ihmal etmeyen sıradan bir güruh.
Oysaki insan gelecekte istediği gibi olma gücüne sahip bir olasılıktır. Zihnini özgürleştirebilirse kendini oluşturabilme becerisine potansiyel olarak sahiptir.
Batı’da Aydınlanma döneminin ürünü olduğunu gördüğümüz aydın, her şeyden önce “aydınlanan” bir insandır. Bunun Osmanlı toplumunda Tanzimat döneminde ortaya çıkmaya başlayan türü ise “aydınlatan”dır. Yani aydın, Batı bilgilerini bir ayna gibi kendi toplumuna yansıtma görevini kendine yüklemiştir. Bu çerçevede Batılı entelektüel sürekli bir “öğrenci” iken Osmanlı münevveri, müfredat programı ve içeriği Batı’dan aktarılan sürekli bir “öğretmen” olarak görülmektedir. (…) Bundan dolayıdır ki Türkiye’de “Aydınlanma” dönemi diye bir dönem olduğunu kabul edemiyoruz. Çünkü “Aydınlanma”, doğal bir fikir evriminin sonucu olacak yerde, 19. yüzyıl ortasında birdenbire dışarıdan gelen bir fikir aşısının ürünü olarak doğmuştur.