gelişine yaşayan bir kadın, akışta kalmayı biliyor. Yaşamın, taktik, kaç-göç, flört oyunları ve uzun uzadıya cilveleşmek için fazlasıyla kısa olduğu bir dünyadan geliyor. Ne yaşarsa, yaşayabilirse...
“Felaket, uzamını yıtiren, bir yok etmeyle cezalandırmadan o yayılamayış içerisinde hep geri gelendir, daima felaket sonrasındaki felakettir, yakıp yıkmayan sessiz geri dönüştür, ki felaket o dönüşte saklanır.”
Maurice Blanchot, Felaket Yazısı
İnsanlığımızı düşün, tekâmül eden bir varlık olmak bakımından, yani, diyorum ki, insanlık nedir, erdem... Hayat'ın, Özgür'ün ha bire başka cümlelerle yineleyip durduğu bu argüman silsilesinden artık sabrı taştı, kızıl saçları öfkeden adeta tutuştu, bas bas bağırıyor, Erdemine de sana da! Tekâmülmüş! Bizi öldürüyorlar. Sokaklarda. Yetmiyor, yakıyorlar! Bilmem kaç yerinden bıçaklıyorlar. Çöp tenekelerine atıyorlar. O çok bi üstün zekân alıyor mu? Seni bilmiş! Seni...
Şimdi bir an için bedensiz, evet bedensiz ve dahası kendilik algınıza ilişkin herhangi bir bellek kırıntısından bile yoksun bir varlık olduğunuzu hayal edin. Şekilsiz, sıfatsız, yüklemsiz, tanımsız... Sizi siz yapan, benliğinizi oluşturan bütün ilineklerinizden arınmışsınız. Düşünen saf bir bilinçten ibaretsiniz. Kişisel tarıhinize, kim olduğunuza, cinsiyet kimliğiniz ve cinsel yöneliminize varana kadar sizi siz yapan hiçbir belirleniminize dair hafızanız yok.