"Acıyı çekerken çekiyorsun , anlatırken gözyaşların senden önce konuşuyor. Yıllar içinde alışıyorsun , her geçen gün daha çok alışıyorsun. Bir zaman sonra başkasının hikayesi gibi anlatmaya başlıyorsun , sanki sen yaşamamışsın , sanki sen çekmemişsin gibi."
"Zaten ben hep dikkatli oluyorum. Her yerde. Biri bana kızmasın diye , yemek yerken , dişlerimi fırçalarken , evcilik oynarken , ders çalışırken hep dikkatli oluyorum. Sere serpe yaşamak ne , bilmiyorum. "
"Ayağım kilime takılıyor , dizimi çarpıyorum. Dizim kilime sürtünce canım acıyor , ama ağlamıyorum . Hem büyüdüm hem de ağlasam koşup gelecek kimse yok ."
Anadolu’nun saati güneştir. Güneş kimsesiz, taşlı yolların üzerinden, gece boyunca sarındığı yün yorganını çekerek uyandırır köylüyü. Onları tarlaya doğru çeker, işe doğru, eziyete doğru çeker. Yolları boş bırakır, meydan güneşe kalır. Taşra sessizliği diye bir şey var, bu sessizliğin içinde tozlu yollar, yıkık dökük ama bir kenarı çiçekli evler ve güneş dolanır sadece. Zaman şehirde ki gibi hızlı akmaz. Anadolu da, yollarda sürünür saatler, saat bir mi, iki mi, üç mü kimsenin işi değildir. Vakit aheste akar. Günlerin geçtiği, ayların değiştiği sadece mahsullerden, yılların geçişi de yüzlerden anlaşılır. Zaman yürür ve insanların yüzleri kırışıklıklarla dolar.
"Yalansızız artık. Hâlâ birkaç sırrımız var. Ama yalansızız."
Evlenip aynı çatı altında yaşıyorlar diye karı koca olur mu insanlar?Aynı ana babadan oldular diye birbirlerine sahiden kardeş olur mu çocuklar? Yıllar kalbini dağlasa da içlerindeki o kor söner mi âşıkların? Her şeyi aşikâr olanların sakladıkları sırlar daha mı çoktur?