Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Homo Hereticus

Shakespeare hakkında bu kadar az şey bilmemizin nedeni, belki de onun kinlerini, hınçlarını ve antipatilerini bizlerden saklamasıdır. Yazar, kendisini bize hatırlatacak herhangi bir ifşaatta bulunarak bize yardımcı olmuyor. O, karşı çıkma, öğüt verme, bir haksızlığı açığa vurma, hesaplaşma ve dünyayı bir sıkıntıya ya da kedere ortak etmeye ait arzularının tümünü bedeninden dışarı boşaltmış ve onları tüketmiştir. Şiirleri işte o yüzden özgürce ve bir engel tanımadan akar ondan. Eğer dünyada eserlerini bütünüyle ve tam olarak ifade edebilmiş bir insanoğlu varsa, o da Shakespeare'dir. Engellenemeyen bir akkor gibi parlayan bir akıl varsa, diye düşündüm, bir kere daha kitap raflarına dönerken, o da Shakespeare'in aklıdır.
Reklam
On dokuzuncu yüzyılda bile kadının sanatçı olmak için yüreklendirilmediği apaçık ortadadır. Tam tersine, kadın her vesileyle ağzının payını almış, tokatlanmış, diskurlara muhatap olmuş ve bol bol öğüt dinlemiştir. Şuna karşı çıkma, bunu yalanlama ihtiyacı kim bilir onun aklını nasıl zorlamış ve şevkini nasıl kırmıştı... İşte burada, bir kez daha kadın hareketi üzerinde bu denli etkili olmuş olan o çok ilginç ve anlaşılmaz eril aşağılık duygusunun menziline girmiş bulunuyoruz. Ta derinlerde yatan, o her yerde kendisini görme arzusu, “kadının” aşağı olmasından çok “erkeğin” üstün olmasına yönelik olduğu için, nereye bakarsanız bakın onun sadece sanat alanında değil, muhatabı ne denli alçakgönüllü ve fedakâr ve kendisi için ne kadar minimal düzeyde tehlike arz ediyor olursa olsun, siyasette bile onun önüne dikildiğini görüyoruz.
Matmazel Germaine Tailleferre'le ilgili olarak söyleyebileceğimiz tek şey, Dr. Johnson'ın kadın vaizlerle ilgili vecizesini müzik alanına aktararak tekrarlamaktır. Dr. Johnson ne demişti: "Efendim, bir kadının beste yapması bir köpeğin arka ayakları üzerinde yürümesi gibidir. Pek beceriklice yapıldığını söyleyemeyiz ama sırf yapılmış olması bile insanı hayrete düşürüyor." İşte tarih bu kadar kesin bir şekilde tekerrür etmektedir.

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Kadınlardan entelektüel anlamda hiçbir şey beklenmemesini vurgulayan ve eril ağızlardan çıkan bir yığın fikir vardı ortada.
Keats, Flaubert ve deha sahibi diğer adamlar, dünyanın vurdumduymazlığına katlanmakta büyük güçlükler çekiyorlardı ama kadının katlanması gereken en büyük sorun bu duyarsızlık değil, dünyanın ona karşı takındığı düşmanca tutumdu. Dünya ona, erkeklere söylediği gibi, “Canın istiyorsa otur yaz, benim için fark etmez,” demiyordu; ona kahkahalarla gülüyor ve “Yazmak mı? Sen yazsan ne olur, yazmasan ne olur,” diyordu.
Reklam
İşte bu itiraf ve öz-inceleme yazılarından oluşan külliyetli modern edebiyata bakınca, deha ürünü bir eser kaleme almanın neredeyse her zaman olağanüstü zorlukların üstesinden gelmeyi gerektirdiği anlaşılıyor. Her şey, o eserin yazarın zihninden tam ve eksiksiz olarak çıkabilme olasılığına karşı koymak için işbirliği yapmaktadır sanki. Maddi koşullar da genellikle yazarın lehine işlememektedir. Köpekler havlayacaktır; insanlar işine burunlarını sokacaklardır; para kazanma zorunluluğu önüne dikilecektir; bu arada sağlığı elden gidecektir... Üstüne üstlük, bütün bu güçlükleri daha da belirgin hale getiren ve onlara katlanmayı daha da zorlaştıran bir şey daha vardır: Dünyanın o kötü şöhretli vurdumduymazlığı... O, insanlardan şiirler, romanlar ve tarihçeler yazmalarını istemez; onlara ihtiyacı yoktur çünkü.
Örneğin, Shakespeare Kral Lear'ı ve Antonius ve Kleopatra'yı yazarken nasıl bir ruh hali içindeydi acaba? Hiç kuşkusuz ki, şiir için gelmiş geçmiş en elverişli ruh hali olmalıydı onunki... Ama Shakespeare'in kendisi bu konuda hiç sır vermemişti. Onun, yazdığı “tek bir satırı bile karalamadığını” tesadüfen ve şans eseri olarak biliyoruz. Nitekim belki de on sekizinci yüzyıla kadar, ruh halleriyle ilgili olarak sanatçıların kendileri tarafından söylenmiş tek bir söz bile yoktur. Bunu başlatan kişi, bir ihtimal Rousseau'dur.
Kadınlar tarafından kaleme alınmış tek bir oyunun bile olmadığı raflara bakarken, yazmış olsalardı bile bunlar imzasız olurdu, diye düşündüm. Böyle bir yönteme sığınmış olmaları çok doğaldı. Onları on dokuzuncu yüzyıl gibi oldukça geç dönemlere kadar isimsiz kalmaya mecbur eden şey, işte bu iffet algısının bahşettiği kutsal bir armağandı. Yazdıklarından da anlayabildiğimiz üzere, bu kadınlar içsel çatışmaların kurbanıydılar ve Currer Bell, George Eliot ve George Sand gibi erkek isimleri kullanarak beceriksizce kendilerini gizlemeye çalışmışlardı. Bunun sonucu olarak da, bir kadının alenen tanınıyor olmasının iğrenç bir şey olduğunu öngören (hakkında çok konuşulan bir erkek olan Perikles'e göre, bir kadının en büyük şanı, kendisi hakkında konuşulmamasından gelmektedir) ve bizzat karşı cins tarafından aşılanmasa da, onlar tarafından şiddetle teşvik edilen bir geleneğe biat etmişlerdir.
Öyle ki, on altıncı yüzyılda büyük bir Tanrı vergisi yetenekle dünyaya gelen herhangi bir kadın, gerçekten de çıldırabilir, kendini vurabilir, ya da korku saçan ve alay edilen cadı ile büyücü karışımı bir mahlûk olarak köyün dışındaki ıssız bir barakada günlerini tüketebilirdi. Zira Tanrı'nın bahşettiği bu armağanı kullanarak şiir yazmaya kalkışmış olan üstün yetenekli bir kız, diğer insanlar tarafından öylesine kısıtlanıp engellenir ve kendi karşıt içgüdüleri tarafından öylesine oraya buraya çekiştirilir ve paramparça edilirdi ki, onun bedensel ve ruh sağlığını kaybedeceğinin kesin olduğunu kestirmek için psikoloji uzmanı olmaya hiç gerek yoktur. Hiçbir genç kız kendisine zarar ver- meden ve mantıksız nedenlerden kaynaklanıyor olsa da, kaçınılmaz olan birtakım acılara maruz kalmadan – çünkü iffet denen şey, bazı toplumların bilinmeyen nedenlerden dolayı icat etmiş olduğu bir fetiştir - Londra'ya kadar yürüyemez, sahnenin önüne dikilemez ve aktör-yönetmenlerin huzuruna kaba kuvvet kullanarak giremez.
Yine de, bir tür dehanın işçi sınıfından kişilerde olduğu gibi, kadınlar arasında da var olmuş olması gerekirdi, diye düşünüyorum. Nitekim zaman zaman Emily Brontë ya da Robert Burns gibi pırıl pırıl ışıyan birileri çıkmış ve bir dehanın var olduğunu kanıtlamıştır ama bu asla kayda geçmemiştir. Yine de, ne vakit sindirilip susturulmuş bir cadı, içine şeytan girmiş bir hatun, şifalı otlar satan bir bilge kadın ya da çok hatırı sayılır bir adamın annesi hakkında bir yazı çıksa, heba edilen bir romancının, bastırılan bir şairin, sesini duyuramayan ve ünlü olamayan bir Jane Austen'ın ve Tanrı vergisi yeteneğinin ıstırabına dayanamayıp kafayı üşüten, çorak tarlalarda ve orada burada yüzünü şekilden şekile sokarak ve el kol hareketleri yaparak dolaşan bir Emily Brontë'nin izlerine rastladığımızı düşünürüm. Hatta imzasını atmamakla birlikte, sürüyle şiir yazmış olan Anonim'in de, çoğunlukla bir kadın olduğu gibi bir tahminde bulunmaya bile cüret edebilirim. Sanırım Edward Fitzgerald da, hikâyeli şiirleri ve halk şarkılarını yaratan, bunları çocuklarına mırıldanan ve yün eğirdiği uzun kış gecelerini o sayede avutanların kadınlar olabileceğini söylemişti.
Reklam
Önce tarihçileri sonra da şairleri okuyan bir kişi için, kadın tuhaf bir mahlûktu. Kartal kanatlı bir solucan ile mutfakta içyağı doğrayan yaşam ve güzellik timsali bir perinin karışımı gibi bir şeydi o. Ama hayal dünyasında ne kadar eğlenceli olsalar da, bu mahlûkat gerçek dünyada mevcut değildi. Ona hayat vermek için onun aynı anda hem şiirsel, hem de sıradan olduğunu düşünmek gerekirdi.
Şiirin içine işlemiştir; ama tarih sahnesinde hiç yok gibidir. Kurmaca edebiyatta, kralların ve fatihlerin hayatına hükmetmektedir; gerçekte ise ebeveynleri evlilik halkasını hangi oğlan için onun parmağına geçirmişse, o oğlanın kölesi durumundadır. Edebiyattaki en esin verici sözcüklerin ve en derin düşüncelerin bazıları onun ağzından çıkmaktadır ama gerçek hayatta ne doğru dürüst okuma yazma bilir, ne de hecelemeyi becerir. Sadece kocasının malı durumundadır.
Kitapta kadınların konumuna yapılan bir sonraki değinme bundan iki yüz yıl sonrasına, yani Stuartlar dönemine aitti. Orada da şöyle yazıyordu: "Üst ve orta sınıftan olan kadınların kendi kocalarını seçmeleri hâlâ istisnai bir olaydı. Koca bir kere seçildikten sonra, yasaların ve geleneklerin elverdiği ölçüde kadının hem efendisi, hem de
Tarihçi, "Aynı şekilde," diye devam ediyordu, "ebeveynlerinin seçtiği beyefendiyle evlenmeyi reddeden kız evlatların, bir odaya kilitlenmek ve orada sağa sola savrularak iyice hırpalanmak gibi cezaları hak ettikleri düşünülürdü. Onların maruz kaldığı bu tür davranışlar, toplumdaki insanları kesinlikle dehşete düşürmezdi. Evlilik kişisel bir beğeni olayı değil, aileleri ilgilendiren bir para hırsı sorunuydu; özellikle de 'şövalye' niteliklerine sahip olması beklenen üst sınıflarda... Evlilik sözü, genellikle taraflardan biri ya da her ikisi daha beşikteyken verilir ve evlilik de onların dadılarının 'nezareti'nden çıkmalarından hemen sonra gerçekleşirdi."
Kadınlar hakkındaki görüşünü dile getiren profesörden bana şunun veya bunun “su götürmez kanıtlarını” göstermesini istemekle aptallık etmiştim. Herhangi bir hünerin değeri şu anda belirlenebilse bile, bu değerler değişecektir; hatta yüzyıllık bir süre geçmeden de muhtemelen tamamıyla değişmiş olacaklardır. Dahası, diye düşündüm evimin eşiğine vardığımda, yüz yıl içinde kadınlar korunan cins konumundan da çıkmış olacaklar. Mantıken baktığınızda, bir zamanlar mahrum edildikleri tüm etkinlik ve uğraşlarda artık yer alabiliyor olmaları gerekecek.
17,2bin öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.