Divan-i Kebir'inde de, köleliğe satılan Türklerin, hemen padisahlığa yükselmesini, sonunda, Türkleri köle olarak satın alan ve satan Arapların darağaçlarında sallandırılarak tecziye edildiğini şu cümlelerle anlatmıştır: "Öteki Türk'ü o bir sene esir götürmüşlerdi; bak şimdi bu sene (bunu yapan) Arap darağacında sallanıyor. Yine diyor ki: "Türk'ün başında taç vardır bunu sana iman diye tesmiye edeyim; Hindu'nun yüzündeyse küfür damgası basılmış bulunuyor. "Türk odur ki onun himayesi sayesinde köy ehli yabancıya haraç vermekten kurtulur; Türk o değildir ki tamahkârlığı yüzünden her uğursuzdan tokat yer."
Celaleddin Rumi Mesnevi'sinde diyor ki: "Eğer Türk bir seslenirse, Allah korusun, köpeği bir tarafa bırakın, erkek aslan bile kan kusar" Başka bir yerinde de, "Eğer Türk'ü ziyafete davet ederlerse önce bir Türk usulünde derme ev kurarlar yahut satın alırlar, Türk'ü ancak bundan sonra ziyafete davet ederler" diye hakim ve efendi millet olan Türk'e karşı ihtiram muamelesinin nasıl yapıldığını Türklerin kendi adetlerinden alarak göstermiştir.
Şair, "Çin putu" diye hitap ettiği bir Türk güzeli için yazdığı şiirinde "Senin cemalin bütün cihanı istila ettiyse, benim şiirim de Rum ülkesinin (yani Anadolu Türklerinin) kalbini kazandı" demiştir.
Ülkeme ve insanlarına kızmaya başladım: Kimsenin doğru dürüst okuduğu yoktu. Doğru dürüst hissetmesini bile beceremiyorlardı. Bu yüzden insan, duyduğu şeyleri söyleyen insanların kültürüne güvenemiyordu.
Mustafa Kemal’in şahsında çağımız, bir büyük adam yetiştirmiş ve onun ölümü ile
dünya, bir büyük evladını kaybetmiştir. Böyle bir değerlendirme, onun çağdaşı olan liderlerden, hiçbiri için yapılmamıştır.
Ekim’de karnı yeniden şişmişti. Hekimler su almaktan bile çekinirler. Ama, o kadar rahatsızdır ki haykırır:
“— Emrediyorum, bu suyu bugün çekin!...”
Bu onun son emridir. Uyulur ve su alınır. Artık elindeki sigarasını tutacak halde bile değildir. Hem o kadar zayıflamış, küçülmüştür ki...
Fakat kafası durmadan işler. Yakında dünyanın karışacağına, İkinci Dünya Harbi çıkacağına emindir. Kendisini birinci komadan önce ve son defa gören en eski arkadaşı Ali Fuat Paşaya Alemdağ hayallerinden de bahseder. Sonra da şöyle konuşur:
"— Bu harp neticesinde dünyanın vaziyeti ve muvazenesi baştanbaşa değişecektir. İşte bu devre esnasında doğru hareket etmesini bilmeyip en küçük bir hata yapmamız halinde, başımıza mütareke senelerinden daha çok felâketler gelmesi mümkündür..."
"Bu ikinci umumî harp, beni yataktan kımıldanamayacak halde yakalayacak olursa memleketin hali ne olacaktır. Ben, devlet işlerine mutlaka müdahale edecek bir vaziyete gelmeliyim...”
Önce Savarona yatında, sonra Dolmabahçe sarayındaki ıstıraplı günler artık başlamıştır. İlk işi Dr. Nihat Reşat Belger’i çağırtmak olur. Şimdi doktoru dinleyelim:
“Yatta, Atatürk’ün yatak odasında, kendisinin karşısındayım. Ben odaya girdiğim zaman, o ayakta ve endam aynasının karşısındaydı. Vücudunu dikkatle muayene ediyordu. Ben karnının şişmiş, büyümüş olduğunu hemen fark ettim. Muayene ederken gördüm ki karın boşluğunda su birikmiş. Assite, Assite! Ayaklarda da şişme var...
“Bana şöyle dedi:
“ ‘— Doktor! Bana hep şişmanlıyorsun, diyorlar. Ama ben hissediyorum ki bu şişmanlama normal değildir, işin içinde başka bir iş var. Bu bir hastalıktır! Doktor, doktor gördünüz, siz odadan içeri girdiğiniz zaman ben aynanın önünde...’
"Bu kısa ve kesin konuşmasında, bu ‘Doktor, doktor’ tekrarında büyük
hastanın şekvası, bir dev’in kükreyiş yankısı gibi, insanın içine işliyordu..."