"Gel de birbirimizle candan konuşalım, kulaklardan, gözlerden gizli olarak söyleşelim, gül bahçesi gibi dudaksız, dişsiz gülelim, düşünce gibi dudaksız, dilsiz görüşelim."
Bir denizden bir denize kocaman bir ışık vuruyor. Işık gül oluyor. Gülün ortasında kırmızı bir ocak, ocağın ortasında dağılmış bir nar, narın her tanesinde dünya var. Yalnız seni sevmiyorum ben.
…
Çocuklar çoktan birer rüyasız uyku
Sığırcıklar puhu kuşlarına bıraktı yerini
İnce çılgalardan gidenler hâlâ uzaklık hevesi
Ey çocukluğun sonsuz baş dönmesi
Bir turna türküsüyle yazdım bu şiiri
…
Adını, Peygamberin ikinci halifesi Ömer'den almıştı. Halife Ömer, Ali'den yana olan Şiilerce sevilmezdi. İran nüfusunun çoğunluğu Sünni olduğu halde, özellikle Kum ve Kaşan kentleri, Şiilerin çoğunlukta oldukları yerlerdi ve buralarda bir takım garip âdetler türemişti. Her yıl, Halife Ömer'in katlinin yıldönümünde, kutlamalar yapılmaktaydı. Kadınlar süslenir, tatlılar, fıstık kavurmaları yapar, çocuklar evlerinin önünden geçenlerin üzerine: "Allah Ömer'in belasını versin!" diyerek su dökerlerdi. Halifeye benzettikleri bir kukla yaparlar, eline tezekten yapılan bir tespih takarlar ve mahalle mahalle dolaşarak şöyle bağırırlardı: "Sen Ömer, cehennemliksin. Sen hainsin, sen gasıpsın." Kum ve Kâşan'ın ayakkabıcıları, yaptıkları kunduraların tabanına "Ömer" diye yazarlar, katırcılar hayvanlarını "Ömer" diye çağırırlar ve her sopa vuruşta bu adı keyifle tekrarlarlardı. Avcılar, sonuncu oklarını atarken "Bu da Ömer'in kalbine" diye bağırırlardı.
Akıllı olmasını da, deli olmasını da bilirim. Sevimli olmayı da, itici olmayı da. Ama, kendini tanıtma zahmetine bile katlanmayan biri ile odamı nasıl paylaşabilirim?