Öğrendim ki kolay olan insanın gerçekten sevdiği şeye gözlerini kapamasıymış, kendi ihtiyaçlarını başkalarından hazırlop kabul etmesiymiş, değerleri günbegün kalburdan geçirmekten kaçınmasıymış.
“İyi de neden karanlığın içinde güzellik arama eğilimi sadece Doğulularda güçlüdür? Batı da elektriğin, gazın ya da petrolün olmadığı dönemlerden geçti ama bildiğim kadarıyla onlarda gölgelerden keyif alma eğilimi yok. Hayalet tasvirlerinde, eskiden beri Japon hayaletlerin ayakları olmaz ancak Batı’da hayaletlerin ayakları vardır, üstelik vücutları da seçilir. Bu kadar ufak bir farktan bile anlarız ki bizim fantezilerimizi zifiri karanlık süslerken, onlar hayaletleri bile cam gibi berraklaştırır”
“Bana kalırsa biz Doğulular içinde bulunduğumuz hayatın koşullarından tatmin olmayı arzularız, elimizdekilerle hoşnut olmaya çalışırız. Bu nedenle de karanlıktan şikâyet etmeyiz, onunla savaşmak yerine onu kabul ederiz. Işık azsa azdır.”
“Her şeyi şiire döken atalarımız, bir evde en pis olması gereken yeri, tam tersine zarafet dolu bir yere dönüştürerek onu doğanın güzellikleriyle harmanlamış ve büyüleyici bir birliktelikle sarmalamıştır. Tuvaleti kirli olarak etiketleyen, insan içinde ağza dahi almaktan kaçman Batılılara kıyasla bizler açık ara daha bilge ve zevk sahibiyiz”
“Yalnız, sözlerimi yineliyorum: Biraz loş, pirüpak ve sivrisinek vızıltısının dahi duyulabileceği sessiz bir ambiyans kesinlikle şarttır. Böyle bir tuvalette usul usul yağan yağmurun sesini dinlemeyi severim, özellikle Kanto’nun tuvaletlerinde zeminden başlayan uzun ve dar pencereler olduğundan, oradaki bir tuvalette saçak ve ağaç yapraklarından düşen yağmur damlalarının taş fenerin kaidesini yıkayıp kaldırım taşlarının etrafındaki yosunları ıslatarak toprağa sızışının çıkardığı yumuşak sesi yakından dinlemek mümkündür. ”
“Anlamını çıkarmak istediği bir yazıyı okuyan biri, işaretleri ve harfleri küçümsemez; yanılsama, rastlantı ve değersiz bir kabuk diye bakmayıp okur, inceler ve sever onları, her harf karşısında böyle davranır. Oysa dünya kitabını ve kendi varlığının kitabını okumak isteyen ben ne yaptım, önceden varsaydığım bir anlam uğrunda işaretleri ve harfleri hor gördüm, görüngüler dünyasına yanılsama dedim, kendi gözümü ve kendi dilimi nasılsa var olmuş değersiz nesneler saydım. Olamaz böyle şey, geride kaldı bu, artık
uyandım, gerçekten uyandım ve ancak bugün açtım dünyaya gözlerimi."
Tanrısal varlığın hikmeti burada sarı, orada mavi, burada gökyüzü, orada orman, bir
başka yerde siddhartha olmaktı. Amaç ve töz nesnelerin arkasında bir yerde değil, onların içindeydi, her şeydeydi kısaca,
“Yo, Siddhartha’nın bundan böyle elimden kayıp gitmesine izin vermeyeceğim! Bundan böyle dü- şünmeye ve yaşamaya Atman'la ve dünya ıstırabıyla başlamayacağım. Bundan böyle kendimi öldürüp, kendimi parçalara ayırıp da yıkıntıların ardında bir giz aramaya kalkmayacağım. Bundan böyle ne Yogo-
Veda, ne Atharua-Veda, ne çileciler, ne de herhangi bir öğreti olacak öğretmenim. Kendi kendime öğretmenlik yapacak, kendi kendimin öğrencisi olacak, kendimi tanımaya, Siddharta’nın gizini tanıyıp öğrenmeye çalışacağım."
Kendi hakkımda hiçbir şey bilmeyişim, Siddhartha'nın bana böylesine yabancı, böylesine bilinmez kalışı bir nedenden, bir tek nedenden kaynaklanıyor: Kendimden korkuyordum çünkü, kendimden kaçıyordum! Atman'ı arıyor, Brahman'ı arıyordum; Ben'imi parçalara ayırmak, kabuklarından birer birer soyup almak, bilinmedik özünde tüm kabukların çekirdeğini, Atman'ı, yaşamı, Tanrısal'ı, o en son nesneyi ele geçirmek istiyordum. Ama bunu yaparken kendi kendimden oldum.