"şöyle bir hava alıp gelsem mi?" düşüncelerinin, gelen gök gürültüleri ile kesildiği bir pazar günüme eşlik eden yol arkadaşımı sizlere takdim edeyim.
kolay kolay "çok satan" okuyan bir tip değilimdir aslında. tercihlerim daha böyle yıllanmış eserlerden olur. "çok satanları" ise genelde yayın tarihlerinden şöyle üç beş sene sonra baskısı kalırsa okumayı severim. ama bu yoldaş zihnimi toparlamamam gereken bir zamanda elime geçti ve sayfalarına doğru yolculuk başladı.
ingiliz edebiyatına pek aşina biri değilim. ama yazım sevimli geldi. cümlelerin yalınlığı, olayların dağılmaya müsaitken derli toplu tutulması gayet güzeldi. son dönemde bizim edebiyatımızda da gördüğümüz sadelik her yanı kaplamış durumda. kapakta matt haıg değilde hakan bıçakcı yazsa garipsemem. o derecede zaman evrenin bir eser olmuş. hatta o derece benim zaman evrenine girdi ki; bölümleri okurken kahramanı ege'de bir sahile getirip, semaverde çay demlettim. kitabın ilk bölümleri odunun yontulması, suyun koyulması felandı. kahramanımız ne zaman kütüphanede raflardan kitapları alıp düşler alemine girdi, benim içinde ince belli bardağa kafi miktarda deme ederi kadar su döküldü.
ve ilk bardak çayın lezzetiyle, hayatın en lezzetli kısmı, aşkı okudum. sonrasında dem koyulaştıkça, kitapta günlük hayatın meşgaleleri ile koyulaştı.
semaverin dibini gördüğümüzde ise yeni yolların her zaman var olduğu zihnimize kazınmıştı.
mesele bir bardak çay bile olsa, insanın önüne çıkan ve şekerli mi yoksa şekersiz mi içeceğini tercih edebileceği seçenekleri mevcut.