Kitapta; ismini bilmediğimiz kahramanın gerçekte var olup olmadığı anlaşılmayan güzel bir kadına olan aşkı bağlamında; iç dünyasında yaşadığı sıkıntılar, umutsuzluklar, takıntı ve sanrıların aktarılması anlatılıyor.
Kör Baykuş'u 1936 yılında Bombay'da yayımlayan yazar, İran ve Hint kültürlerini sentezleyerek hikâyeye aktarmış. Hatta başkahramanımızın anne ve babasının tanışma hikâyesinin ve daha sonra başlarına gelen olayların son derece garibime gittiğini de söylemeden edemeyeceğim. Olayın bir ucu Hintlilere dayanıyor ne de olsa :)
Kitapta dikkatimi çeken bir diğer nokta ise kahramanın hayalinde -ya da gerçek, burası muamma- sürekli kahkaha atan adamın, aslında eniştesi olduğunu düşünmem oldu. Halasının cenazesi önünde eniştesinin onu ve karısını uygunsuz bir şekilde görmesi ve kahkaha patlatması, başkahramanda öyle bir bir utanç duygusu uyandırdı ki, bilinçaltına işlemesine neden oldu bence.
Karısının ona yaşattıkları da yenilir yutulur şeyler değil tabii. Tüm olanlardan sonra gerçek dünyayla bağlantısını koparıp bilinçaltının da etkisiyle kendine hayali bir dünya, hayali bir kadın yaratmış isimsiz kahramanımız.
Modern İran edebiyatının kurucularından olan Sâdık Hidâyet'in okuduğum ilk kitabıydı. Kitabın inceliğinin aksine her sayfasında, her kelimesinde derin anlamlar içerdiğini söylemeliyim. Okuduğum baskının Behçet Necatigil'in çevirisi olması da ayrıca merak uyandırdı bende. İran edebiyatına ilgi duyan arkadaşlarıma şiddetle tavsiye ederim :)
Eski Bir İstanbul Hanımefendisi anlatıyor;
Yıl 1919. İstanbul baştan aşağı İngilizlerin işgali altındaydı. Liseyi yeni bitirmiştim. Güzel bir kızdım. Dünür gelmeye başladılar. Biri avukatmış. Gösterdiler uzaktan, boylu poslu yakışıklı bir delikanlıydı, beğendim.
Nişanlandık. Nişanlımı seviyordum. Mutlu bir yuva kurmak hevesi ile lamba ışığının altında sabahlara kadar oyalar örüyor, çeyizler hazırlıyordum. Ama çok geçmedi ki mahallede bir dedikodu yayıldı.
(Ayşe'nin nişanlısı avukat değilmiş, ipsizin biriymiş, üstelik cami önlerinden tabut taşıyarak karnını doyuruyormuş.) dediler. Alt üst oldum, babam götürdü, uzaktan izledik, gerçekten de tabut taşıyordu. Yıkıldım. Nişanı atıp, ayrıldık.
Aradan 5 yıl geçti. Evlenmiştim, bir de çocuğum olmuştu. 1924 yılıydı. Artık ülkemiz özgürdü. Bir gün Beyoğlu'nda rastladım ona. Oğlum yanımdaydı. Beni görünce titredi, ceketini düğümledi. Saygı göstererek durdu önümde.
“Vaktiniz varsa size bir çay ikram etmek isterim" dedi. "Olur." dedim. Bir büroya girdik. Burası bir avukatlık bürosuydu ve kapıda adı yazıyordu. İçerde yardımcıları çalışıyordu. "Siz gerçekten avukat mısınız?" dedim. "Evet" dedi.
"Peki, avukatsanız neden cami önlerinden tabut taşıyordunuz ?" diye sordum.
Durdu, başı öne eğildi. "Beni affedin" dedi. "İstanbul işgal altındaydı, her taraf İngiliz askeri kaynıyordu. Her şeyi didik didik arıyorlardı. Biz de Anadolu'ya, Milli kuvvetlere ancak, cenaze süsü vererek tabutlarla silah kaçırıyorduk. Bu ülke için hayati bir işti. Bunu size söyleyemezdim..!!"
Yazım yanlışlarından dolayı kitaba odaklanamıyorum. Her sayfada 3-5 yazım yanlışı var. İlk öyküyü zar zor bitirdim. Sakurayı sevdiğimden, kitabın adına bakarak, incelemeden aldığım için kendimi alkışlıyorum.
"Virane olmuş kalbime ne yaptın?
Bak! Divane aşkım ne yaptın?
Alışkanlığın kozasında rahat uyuyordum.
Kelebek gibi kanadıma ne yaptın?
Gözünün kadehinden daha içmeden sarhoş oldum.
Meyhanem sarhoş oldu, ne yaptın?
Omzuma yaslanmaya değmez miydin?
Omuzlarımın hasretine ne yaptın?
Beni yordun, kendin de yorgun gittin.
Ey yolcu!.. Evime ne yaptın?
Gözyaşlarının yağmurundan dünyam ıslandı.
Yuvamın çatısına ne yaptın?"