Acıdan keyif alan, başkasının acısınıdan beslenen bir organizma var burada. Kendilerini beslemek için çiftlik adını verdikleri penceresiz odalarda küçücük kafeslerin içine tıktıkları, kıpırdamalarına bile izin vermedikleri tavukların boyunlarını kopararak onları yediklerini, her yıl, yumurtadan çıkan milyonlarca erkek civcivi dev kutuların içine
…Sonra araya zamanlar girdi, mekanlar girdi, insanlar girdi. Yaşamak, düşlerin büyüklüğüne göre acı veriyordu insana. Yine de dünya, herkesten bir kalıba dökememişti seni. Bir gece yolculuğunda karşılaşmıştık, anımsar mısın? ikimizde içimizdeki çocuğu dışımızdaki büyükle gizliyorduk. Ay ışığının sabaha kadar eksilmediği trenin camlarından, saatlerce bozkırın yalnızlığı akmıştı. Herkesin şarkısını göğsüne düşürdüğü gecenin geç vaktinde, baktığı camlar buğulanan iki iç çekiş olarak kalmıştık. “Gücenik güceniği saçının telinden tanır” demiştim, gözlerimi usulca indirerek suskunluğuna. Yüzünü camlardan toplayıp dönmüştün uzun yolculuğunundan. Gülüşün, derin bir gölün menevişlenmesiydi. Nasıl da yakışmıştı sözüme ve geceye. Gizlice gönenmiştim. Gözlerindeki ağrıya güvenerek uzanmıştım parmaklarına. “Sözcükler çok cılız bir terazidir yüreğin yükünü tartmada” demiştin; “gücenik elbette tanır güceniği, canına yapışmış durgunluktan” Bir şeyin parçalarını bir araya getirmek gibi dönmüştün yeniden camlara. Gece daha mı kolaydı, daha mı zor, seçemez olmuştum. “Her duyguyu dile getirmek gerekmiyor biliyor musun? Nasıl her duyguya isim koymak gerekmiyorsa” Alnındaki bulutları öperek çekilmiştim kıyılarıma. Bunu elbette en iyi ben bilirdim; adını koyduğu her şeye yenilen ben.
Gecenin verdiğini sabaha teslim ederek inmiştik trenden. Senin aklında, benim gövdemde bir karıncalanma, geldiğimiz yol kadar uzun bir suskunlukla bakmıştık denize, bir imkansızlığı ezber eder gibi. Sen yitirdiğini arıyordun, ben koruduğumu koyacak yer bulamıyordum.
…
Kişi kendi kendisiyle baş başa kalabildiğinde kendini olumlu bir noktada bulamayınca, içinin gittikçe boşalmakta, benliğinin gittikçe bir şeyler yitirmekte olduğunu ayırt ediyor. En azından, bir yoğunluk azalmasıdır bu. Yoğunluğunu yitiren birkaç damla cıva düşünün, civalığı kalır mı onun? İnsanın özü de böyledir. Pisliklere bulaştıkça aşınır, azalır, sonunda yok olur. Ve bu durumdan kurtulmak için sığınılacak, sarınılacak tek şey sevgidir bence. Sevginin kapısını her zaman açık bulabiliyorsunuz. Hele de insan sevgisinin. Öteki çoğu kapılar gibi sırtı dönük durmuyor kişiye. Ve o kapıdan girince içeriye, göz alabildiğine derin bir ırmakla, sonsuzluğa uzanan bir aydınlıkla karşılaşıyorsunuz. Gözleriniz kamaşıyor. Ne demişti Sait Faik “Bir insanı sevmekle başlar her şey” daha da genişletebiliriz: Her şeyi sevmekle başlar, en başta da insan olmak..
Bir âna bir ömür kadar çok hayat doldurduğunu bilerek yaşamak… Ve bilhassa bütün bunları anlatacak bir insanın mevcut olduğunu düşünerek, onu bekleyerek yaşamak.
Dünyada bundan daha ferah verici bir şey olabilir miydi ?
İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar.