Seksen yaşlarındaki bu amca Ahmet’e, “Evladım, kul kaderini yaşar, zuhurata tabi ol, rahat et” dedi.
Ahmet inşaat malzemelerinin fiyatlarını öğrenirken, bir yandan da esnafın güvenilir olup olmadığını kontrol ederdi. Küçükken babasının dükkânında çalışmış, çok insan tanımış sezgileri iyiydi. Gözünün tutmadığı adamdan uzak dururdu, mesafeli davranırdı, yüzgöz olmak istemezdi. Doğramacı bir esnafın çayını içip, sohbet ederken Cuma salası verildi, işyeri sahibi “Hadi evlat ben cuma namazına gideceğim dükkânı kapatıyorum” deyince ben de gidiyorum beraber gidelim dedi. Beraber cuma namazına gittiler, hutbede; beytülmalden bir ip almanın cehennemden ateş almakla bir olduğunu anlatıyordu, yani devlet malını çalmak, yolsuzluk yapmak, ihaleye fesat karıştırmak gibi ilgili güncel konulardan bahsediyordu vaiz. Ahmet anlatılanları biliyordu, ama inancını tazeledi tabir yerindeyse, kafasındaki kuşkular, yolunun doğruluyla ilgili değildi. Nasıl daha faydalı olabilirim, taviz nereye kadar olursa toplumdan kopmadan inancımı yaşayabilirim gibi felsefi derinliği olan kaygıları vardı. Öğrenci iken tanıştığı idealist bir işadamı şöyle demişti, “Öğrencilikteki rijitliğiniz, gerçek hayatta devam ederse, çok kırılırsınız, esneklik ve zekâ işidir toplumda idealizmini korumak” bu sözlerin ve vaizin hutbesinin ışığında kıbleye yönelip, ellerini kaldırdı ve Allah-u Ekber deyip cuma namazı için imama uydu.