Evren hadistir(Yaratılmıştır).
Her hadisin bir Muhdisi(Yaratıcısı)vardır.
O halde evrenin de bir yaratıcısı vardır.
Bu yaratıcı da Allah'tır.
Evrenin hadis oluşu cevher ve arazlardan oluşması nedeniyledir. Arazların hadis olduğu değişken olması ile ispat edilir. Cevherler ise arazı taşıması nedeniyle hadistir. Öyleyse araz ve
Tabiat Yüce Yaratıcı'nın yetkin niteliklere sahip olduğunu göstermesi bakımından apaçıktır ancak zatının duyularla idrak edilmesi yönünden gizlidir. Zatı duyularla algılamadığına göre varlığını herkesin kabul edebileceği şekilde ispatlamak mümkün değildir. Bu açıdan bakıldığında inanmak, insanın kalp ve zihin birlikteliğinin adı olan akıl temelinde olmakla birlikte daha çok iradenin işlevi olmaktadır.
(Sistematik Kelam, Lisans Yayıncılık, s.109)
Dârâni, "Ne bu ne de öteki dünyada hiçbir şey yoktur ki, Allah'tan uzaklaşmaya değsin; ister aile isterse evlat olsun, insanı Allah'tan uzaklaştıran her şey felakettir. " sözüyle zühd anlayışının esasını Allah'tan uzaklaştıran her şeyin terk edilmesine bağlar.
Duyum zihni değişken ile fiziki değişkene bağlı bir ilişkiyi ifade ettiği için yanılabilmekte, algı yanılması ortaya çıkabilmektedir. Bu sebeple doğru bilgiye ulaştırması için duyu organlarının ve beyindeki duyu merkezlerinin sağlıklı çalışması şarttır. Ayrıca duyular akla veri sağlama konumunda oldukları için duygularla elde edilen veriler bilgi için önce akıl süzgecinden geçirilmelidir. Sıhhatli duygularla elde edilmiş ve akıl süzgecinden geçirilmiş önermeler ise bir hakikati ifade eder.
(Sistematik Kelam, Lisans Yayıncılık, s.37)
Kendi iradesi dışında kendini dünyada bulan insan, akıl ve irade gibi diğer canlılarda bulunmayan bazı hususiyetlerle donatıldığından, başta hayatı ve ölümü olmak üzere varlığın manasını keşfetmek ister(...) İşte din, felsefe, sanat ve bilim aslında insanın varlığın sırrını keşfe dair arayışının güzergahıdır. Öte yandan bilim ve düşüncenin tarihi, insanın sırf kendi bilgi sınırları çerçevesinde rasyonel ve nesnel olarak varlığın sırrını keşiften aciz olduğunu göstermektedir. İnsanın bu konudaki acziyeti, zorunlu olarak onu tabiatüstü aleme, vahiy gibi akıl üstü bilgi kaynaklarına, neticede inanca mecbur kılmıştır. Sonuç itibariyle insanın hakikat arayışında biri vahyi merkeze alan dini, diğeri ise akıl ve tecrübeyi merkeze alan felsefi yol olmak üzere iki metottan bahsedilebilir. İnsanın bu varoluşsal arayışında tecrübe ve akla ilaveten bilgi kaynağı olarak vahyi merkeze almasıyla dini metodu temsil eden kelam ilmi müstesna bir konumda bulunmaktadır.
(Sistematik Kelam, Lisans Yayıncılık, s.27)
... Kelam ilmi vahyi ve nebevî bilgi ve örnekliği ölçü kabul etmesiyle felsefeden, varlığın tecrübeyi aşan boyutunu ele almasıyla da bilimden farklılaşır.
(Sistematik Kelam, Lisans Yayıncılık, s.25)
Kelam kesin deliller kullanmak ve ortaya atılan şüpheleri çürütmek suretiyle dini inançları ispata kuvvet kazandıran bir ilimdir.
(Sistematik Kelam, Lisans Yayıncılık, s. 16)
İbn Haldun, şeri ilimleri iki gruba ayırırken ilkinin fakih ve müftülere mahsus olan ve ibadetlerin yanı sıra adet ve muameleleri de kapsayan bir ilim olduğunu dile getirir. İkinci grubu teşkil eden ilim ise sufilere mahsustur ve nefs muhasebesi, vecdi haller, zevki inkişaf ve tasavvufi birtakım ıstılahların izahı gibi hususları içermektedir(...) Gazzali ise İhya'sında, fıkh-ı zahir ve fıkh-ı batın olarak tanımlanabilecek bu iki yaklaşım biçiminin arasını telif ederek tasavvuf geleneği ve adabını sufilere mahsus terminolojiyle birlikte sonraki kuşakları için anlaşılır bir şekilde izah etmiştir.