Derde murad kalmamış,
Derman kime naz eder?
Vakti gelmeyen güle, bülbül ne niyaz eder!
Kar yağsa da kışımı dost selamı yaz eder
Ela gözlümü gördüm; akıl gönle yük imiş ...
150. Bir kimsenin ayağına diken battığı vakit, ayağını dizinin üstüne koyar.
151. Ve iğne ucu ile onun başını arar ve eğer bulamaz ise, dudağı ile onu ıslatır.
152.Ayakta olan diken, böyle güç bulunucu olursa, gönülde olan diken nasıl bulunur ?
Babası bir yığın öğütten sonra O'nu kendi haline bıraktı ve öteki oğlu Gündüz'e emek vermeye başladı. Bütün yöreyi ve çevresini şaşırtan bir şey, Osmancık asıl bunu bir gurur meselesi yapması beklenirken babasının bu kararından -azad edilmiş gibi- mutlu oldu. Keyfince yaşamanın tadını daha çok çıkarmaya başladı.
Gür kirpikleri, kalın kaşları, karayağız teni, gözlerini ışıldatan gücü, her soydan kızlara çekici geliyordu. O'na gönül veren çoktu. O'nun gönlü de su gibi, bir o yana bir bu yana meyledip duruyordu.
Ne yapar ne ederse herkesin; Osmancık bu, yapar... Osmancık değilmi, eder... Ertuğrul oğlu Osmancık mı? Öyledir O" demeye alıştığı bir dönemde kimsenin beklemediği bir şey oldu ve kader denilen şey, yalnız Osmancık için değil, bütün yöre için, belkide bilinen bilinmeyen, akla gelen gelmeyen daha başka yöreler için bambaşka bir yön tutuverdi; Bu O'nun Şeyh Ede Balı ile tanışmasıdır...
Yarasını terk eden bir kabuk gibi
Acelesi olan bir çabuk gibi
İçine dert olayım bir mahcup gibi
Sürgünden evine döner gibi git.
Kokumu kırk yağmurla yıkan üstünden
Adımı rüzgâra düşür dilinden
Gurur duy gittiğin o emelinden
Beni günahın say, sevabına git.
Tutunduğum saçından at savur beni
Kırıldığın yanımdan dökül kan gibi
Rüzgârdan dolayı savrula savrula uçan bir poşeti izler gibi izlediler nereye takılacağımızı. İpi kopmuş bir uçurtmayı izler gibi izlediler, çakılmamızı keyifle beklerken. Durup nefeslenmek istesek ittiler, yürüsek cekiştirdiler. Anlatmak istediğimizde dinlemediler, sustuğumuzda da neden anlatmiyorsun dediler.
Yıllar sonra karşılaştık. O kadar yıllar sonra ki neredeyse kaç yıl olduğunu hatırlamıyorum. Bir giyim mağazasında, aynı reyonun önünde, ben kız çocuğu kıyafetine uzandım, O'da erkek. Bir gün önce konusu geçse , "yolda görsem tanıyamam" diyebilecegim kadar zaman geçmişti üstünden. Şimdi de tanımazdım, oğluna adımı seslenmeseydi...
Adıma döndüm birden. Adımı seslenen sese döndüm. Bilmem kaç yıl önceki vurguya döndüm. İsmimin ilk harfinin bir daha hiç kimse tarafindan bu kadar güzel vurgulanamadığı anlara döndüm. Yine aynı vurguyla, aynı tonda, aynı içtenlikle seslenmesine döndüm. "Fırat" dedi... Benim ismimi oğluna seslendi...
..O günler akıl çağıydı ve aptallık çağıydı, inançlar zamanıydı ve inançsızlıklar zamanıydı, ışık mevsimiydi ve karanlık mevsimiydi, umut baharıydı ve umutsuzluk kışıydı; yaşayabilmek için her şey vardı önümüzde ve yaşayabilmek için önümüzde hiç birşey yoktu; hepimiz doğrudan cennete gidiyorduk, hepimiz doğrudan cehenneme gidiyorduk. Kısacası o günler, tıpkı şimdiki gibi o kadar uzaktaydı ki, kimileri iyi ve kötü şeylerin üstünlük derecelerini karşılaştırdığında o günlerin gelmiş geçmiş en iyi günler olduğundan ısrar ediyorlardı.