Türk Tarih Kurumu'nun ikinci Kongresi'nin açılışı için istanbul'a döndüğünde özel dairesi ile toplantının yapıldığı salon arasındaki 1 50 metrelik mesafeyi yürüyecek hali yoktu. Durumunun kötüleşmesi üzerine kendisini bir kattan diğerine taşımak için asansör yerleştirildi. Çankaya'daki Cumhurbaşkanlığı Köşkü'nde ise zaten asansör vardı. Nihayet Ocak 1938'de Yalova Kaplıcalan'nda hastalığı teşhis edildi. Kaplıca bir zamanlar Jön Türk hareketine aktif olarak katılmış olan Dr. Nihat Reşat Belger' in yönetimindeydi. Atatürk, Dr. Belger'den kendisini muayene etmesini istedi. Kendisine karaciğerinin büyümüş olduğu ve görevini yerine getiremediği ve bunun semptomlarını izah ettiği söylendi. Atatürk haberi soğukkanlılıkla karşıladı ve sordu. "Şimdi ne yapacağız?"
Köşkte karıncalar vardı ve bunların yakın zamanda Çin'den Avrupa'ya göç eden bir karınca cinsine ait oldukları tespit edildi. Haşerat imha ekipleri çağrıldı. imha ekipleri işlerini yaparken Atatürk köşkü terk etti, fakat bu kaşıntısını sona erdirmedi. Hasta görünüyordu ve durdurulması güç burun kanamaları geçiriyor ve sık sık pamukla tampon yapılmasına ihtiyaç duyuluyordu.
Bu kişisel semptomlar gözönüne alındığında neden ciddi bir
teşhis için girişim yapılmadığını anlamak güçtür. Muhtemelen
kendisine ilaçlar veriliyor ama semptomların nedenlerine yönelik
bir şey yapılmıyordu. Kuşkusuz etrafındakiler gibi o da durumu
inkar ediyordu. Eğer hasta olduğu öğrenilirse bu haberlerin Hatay sorununu, sancağı Türkiye'ye bağlayarak çözmeye yönelik
çabalarını riske sokabileceğinin bilincindeydi. Böylesine bir gelişme diğer siyasal sorunları da
etkileyebilirdi.
Kemalizm, Türk olma özelliğini taşıyordu ve herhangi bir çağda, herhangi bir liderce savunulan sistemlerin hiçbirisine benzemiyordu. Bilhassa Doğu'daki pek çok gelişmekte olan ülke
Atatürk Türkiyesi'ne hayranlıkla bakıyor ve onun örneğini izlemeyi arzu ediyorsa da tarihinin bu döneminde Türkiye için uygun olan, başka bir ülke tarafından kolaylıkla benimsenebilir bir şey değildi. Bundan dolayı, Atatürk'ün yalnız şahsi mizacına tıpatıp uygun bir biçimde, Kemalizm diğer herhangi bir milletten hiçbir şey beklemiyordu. Dolayısıyla, 1930'Iarın Türkiyesi bir anlamda, dünyanın geri kalan kısmından kendi isteği ile gerçekleşen bir tecrit içindeydi.
Mustafa Kemal, iki kavram üretti, birincisi
"güneş-dil" kuramı, diğeri ise "Türk tarih tezi" idi. Dil kuramı ilkel insan tarafından çıkarılan ilk seslerin güneşin yarattığı saygıyla
karışık korkudan kaynaklandığı savını ortaya atan bir Viyanalı
dil bilimcinin eserine dayanıyordu. Bu dönemdeki diğer kuramlar
benzeri bir biçimde aya bağlanıyorlardı, ama Gazi'nin güneşle şahsi çağrışımiarı gözönüne alındığında, "güneş-dil" kuramını çekici bulması şaşırtıcı değildir. Türkiye'de ortaya atılan "güneş-dil" kuramı, kısaca, Arapça ve Farsçanın etkisinden arındırılmış saf
Türkçe'nin bilinen en eski insanın orijinal lisanı olduğuydu. Böylesine bir sonuç Türkçeyi diğer tüm lisanların anası ve babası
haline getiriyordu. Bu gerçekte Mustafa Kemal'in iç dünyasından
kaynaklanan öz görkemliliğinden ortaya çıkan bir hikayenin ya-
ratılmasından başka bir şey değildi.