Oturdum masaya, hikâyeyi çantadan çıkardım. Birbirimize baktık.
"Hikâye," dedim, "gel seninle anlaşalım. Sen yarım kal, adını da Yarım Kalan Hikaye koyalım." "Sen zaten neyi tamam ettin ki?" dedi bana.
"Aslında, tam diye bir şey yoktur," dedim, "her tam, bir yarımın alt basamağıdır. Yani yarım da bir bütündür."
"Boşver de," dedi, "hiç değilse taslak, maslak bir final yaz."
"Peki," dedim, "nasıl bir finale gidelim?"
Bekâra karı boşamak kolaydı. Bozmadım, sabırla bekledim.
"Mesela..." dedi, "başka bir kadına âşık olsun, ona kapılsın gitsin."
"Ne bu?" dedim, "Boğaz motoru mu, bir o kıyıya bir öbür kıyıya, kır dümeni dolaş dur. Geç bunları."
"Peki..." dedi, "bu hikâye adama yetmesin, başka şehre ya da memlekete gitsin."
Fikir fena değildi. Boka sarmış bir hikayeyi, daha derin bir boka sarmak, belki bir çıkış yolu olabilirdi.
Bu ana kadar sessiz kalan, şehirden topladığı hikâyeleri akşamları eve, sevdiği kadına getiren sünepe hikâye kahramanım geldi ve, "Abi," dedi, "beni bir yere gönderme, burada kalayım. Yalnız bir ricam daha var."
“Söyle," dedim.
"Bir şekilde beni tel cambazı yap abi," dedi.
"Telin tam ortalarında bir yerde iken, nasıl yürüneceğini unutan bir cambaz olayım. Orada öyle, gece gündüz takılayım."