Sebile

Sebile
@Hayalperestuykucu
132 reader point
Joined on November 2018
"Ben treni kaçırmıyim," diyecektim. Ufaklığı öpecek, diğerlerine, sıkıştırılarak hızlandırılmış, bu nedenle "Hoşça kalın"dan ziyade, başka anlamlara gelebilecek kıvama gelmiş, birtakım laflar sarf ederek, kaybolacaktım. Kapıyı arkamdan kendim çekecektim. Kapı, "Çıt" edecek, "Abi güle güle," diyecekti, "kusura bakma, biz emir kuluyuz." Kapıdan belki de ilk kez nefret etmeyecek, "Lafı olmaz güzelim," deyip ikileyecektim.
Reklam
Onlar artık Müzeyyen ve herif değil, ikisi birden, "ötekiler" olmuş olacaklardı. "Diğerleri" olmuş olmaları, nedense beni onlar adına üzecekti.
"Üçgen oyunu canımın içi." Cevap düşünmeden dilimin ucuna gelmiş olacaktı. Ufaklık , "Ben de oynayabilir miyim?" diyecekti. Dilimin üstünde bir eşekarısı kıçı düşleyecektim. "Ama bunu büyükler oynar, canımın içi," diyecektim. "Ve üç kişiyle oynanır. Dördüncü katılırsa oyun değişir ve ikili takımlar halinde oynanır. Sonra, ikili'lerden birine, üçüncü biri katılır ve böylece bazıları anlar ki, asıl olan birdir ve bir esastır. Fakat nedense bir'i yarım sayar ve iki yaparak tamamlamaya çalışırlar. İki lanet bir sayıdır, kendine yetmez, hep üçe koşar ve sonra sil baştan."

Reader Follow Recommendations

See All
Ben, "Müzeyyen" filminden ağzı yanmış biri olarak, kuyruğu ele güne karşı dik tutmak zorunda kalmayacağım, mahremiyetime kimsenin ulaşamayacağı bir yere doğru koşturacaktım.
"Niye burada takılıyorsun? Gitsene kızın yanına," sesi çıktı bir yerimden. Fena fikir değildi. Ona nefes alışını duyacak kadar yaklaşmak, yüzüne bakmak, konuşurken burun kanatlarının hareketlerini, gülümserken dudak kenarlarında oluşan kıvrımları görmek, bir daha görmek ve belki...
Reklam
"Müzeyyen," dedim, kendi kendime, elimde Kürt börekleri ile dikildiğim kenardan, "çok güzelsin, çok." "Allah ruh güzelliği versin," dedi bir tarafım. "Gözler ruhun aynasıdır." dedi bir şarkı.
Oturdum masaya, hikâyeyi çantadan çıkardım. Birbirimize baktık. "Hikâye," dedim, "gel seninle anlaşalım. Sen yarım kal, adını da Yarım Kalan Hikaye koyalım." "Sen zaten neyi tamam ettin ki?" dedi bana. "Aslında, tam diye bir şey yoktur," dedim, "her tam, bir yarımın alt basamağıdır. Yani yarım da bir bütündür." "Boşver de," dedi, "hiç değilse taslak, maslak bir final yaz." "Peki," dedim, "nasıl bir finale gidelim?" Bekâra karı boşamak kolaydı. Bozmadım, sabırla bekledim. "Mesela..." dedi, "başka bir kadına âşık olsun, ona kapılsın gitsin." "Ne bu?" dedim, "Boğaz motoru mu, bir o kıyıya bir öbür kıyıya, kır dümeni dolaş dur. Geç bunları." "Peki..." dedi, "bu hikâye adama yetmesin, başka şehre ya da memlekete gitsin." Fikir fena değildi. Boka sarmış bir hikayeyi, daha derin bir boka sarmak, belki bir çıkış yolu olabilirdi. Bu ana kadar sessiz kalan, şehirden topladığı hikâyeleri akşamları eve, sevdiği kadına getiren sünepe hikâye kahramanım geldi ve, "Abi," dedi, "beni bir yere gönderme, burada kalayım. Yalnız bir ricam daha var." “Söyle," dedim. "Bir şekilde beni tel cambazı yap abi," dedi. "Telin tam ortalarında bir yerde iken, nasıl yürüneceğini unutan bir cambaz olayım. Orada öyle, gece gündüz takılayım."
Zaten bu hayatta, her zaman bir şeyler eksikti. Ya da bana öyle gelirdi.
Laf beni boylamasına ikiye böldü, tuz gölüne batırdı. Bu söyleyişi tanıyordum, birileri kırmızı bir pelerin sallıyordu bana. "Hadi gel, sapla," sesiydi bu. Şişlesem rahat edecekti. Arınacak, yeni doğmuş keçi yavrusu gibi hoplaya zıplaya, kırlarda çiçek toplamaya gidecekti. Ben, üstü başı, elleri kan içinde kalacaktım. Zıpladım, tek parça çıktım gölden, "Tamam," dedim.
Ben, kendime bile, "Sana şu gerek, bu gerek," diye sınır koymaz, çizgi çekmez iken, nasıl olur da bir başkasının tercihine "Peki," demezdim. Dedim.
Reklam
Bir köz kuyusunun dibine bağdaş kurup oturdum. Fark ettim ki, ilk kez, ne bir tarafım, ne öbür tarafım, sadece ben ve külsüz, dumansız yangınım, dört yapraklı yonca, boru otu veya ayçiçeği gibi, tek taştan oyulmuş mücevher gibi, yekpare, kendisi ve bitarafım.
İçimde bir zehir birikti. Dilimin ucunu bir şeyler yaktı. Döndüm, "Zehir," dedim zehre, "bana fazla geliyorsun, kaldıramam ben seni."
Tarih, bunu on yedi bin dilde yazmıştı ki, bazı şeylerin bir saatten sonra davası olmazdı. Fakat konu Müzeyyen olunca, ben tarihi falan takmazdım. Nitekim, konuya uygun düşen tarih de beni takmayacaktı.
Huylanıp hassaslaşarak, kılı kırk yaracak bir durum yoktu. Neticede iki yetişkin olarak, karşılıklı konuşuyorduk. Ben sözlerden değil, bakışlardan tırsardım. Bakışların arkaların sezer, sezgilerim doğrulanana kadar mecburen bekler, beklerken kafayı yerdim.
"Müzeyyen," dedim, "sende hicran yarasından derin yara mı var?" Verdiği cevabı alıp, suda eritip, yemeklerden sonra bir kaşık: "Ben böyleyim." Birden, gidip düz ovada keklik avlama fikri geldi. Vazgeçtim. Cevabı bana yetmemişti. Adama sorarlardı: "Kim ikiye böldü dostum seni?"
1,032 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.