Maëlle her şeyi kontrol altında tutmaya çalışan, yoğun tempoda koşturmaktan kendi mutluluğunu önceliği yapmayı unutmuş, Parisli mutsuz bir kadındır. En yakın arkadaşı Romane ile buluştuğunda öğrendiği gerçek sonucunda bir seçim yapmak zorunda kalır ve ondan istenen uzun, zorlu bir yolculuğa çıkar. Böylece mutluluğa giden hikâyesi de başlamış olur. Tolstoy’un dediği gibi, “Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya biri bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir.”
Ben okudukça bunu anladım; hiçbir şey göründüğü gibi değil, gözle görünen bile. Nefesim kesile kesile okudum. Başrolümüz harika biri olmasa da sonunda bu yanlışından dönüyor. Aslında hiç birimiz mükemmel değiliz. Önemli olan yanlışlarımızı görmek. Herkesin bu kitabı okunmasını tavsiye ediyorum. Hiç pişman olmayacaksınız. Ben kendimden birçok parçalar buldum. Ben sen yok, biz varız, hepimiz biriz aslında. Hep sevelim, sevilelim. :)
Kör ve terk edilmiş bir şekilde yürüdüğünü zannettiğin o günlerde ben hep senin yolunun üstündeydim. Sen benim yokluğuma ağlarken ben seni sırtımda taşıyordum.
Alicia Berenson otuz üç yaşında, başarılı bir ressam. Kocasını çok seviyor ama onun suratına beş kez ateş ederek öldürdü. Sonrasında tek kelime bile konuşmadı. Sessizliğe gömüldü.
Adli psikoterapist Theo Faber, Alicia’yı konuşturabilecek mi? Olur da başarırsa gerçeği duymak isteyecek mi?
Soluksuz bitirdim kitabı. Hiç böyle bir son beklemiyordum. Mutlaka okumalısınız. Tam bir gerilim.