Ondan başka, şimdi kendisini üşüten bu açık pencerenin altında, kendisini söylemeye davet eden bir teselli lisanı, uzaktan uzağa gelen bir ahenkli ses vardı ki ona, "Söyleseniz a, niçin söylemiyorsunuz?" diyordu; "bilseniz bize bu sahillerin pencerelerinden atılmış ne gizli sırlar, ne kırık hülyalar, ne solgun çiçekler, ne yıpranmış emeller, ne ölmüş ümitler var! Bilseniz bu biçare hazin ölüleri, biz ne ruhu okşayan matem ezgileriyle sallayarak, ne ince ve yumuşak köpüklerden kefenlere sararak, birer nazlı cenaze şeklinde yavaş yavaş, samanyollarının üzüntüsünden damlayan ağıt damlaları altında, yuvarlaya yuvarlaya götürürüz. Bilseniz bize katılarak akıp giden ne kadar ıstırap gözyaşları vardır. Sizin de bize emanet edilecek ölmüş bir hülyanız, arkasından dökülecek birkaç damla matem yaşınız mı var? Siz ki o kadar şen, o kadar neşeli, ağlamaktan o kadar uzaktınız. Demek hepsi bitti, hepsi, hepsi..."