Yola Düşen Gölgeler,
hangi yol?
kimlerin gölgesi?
Uzun zamandır kitaplığımda bekleyen
Ve tabi hiçbir kitabı istemediğim gibi Yola Düşen Gölgeleri de bekletmek istememiştim.
Fakat zaman takdir edersiniz ki zaman.
Zaman muammadır gerçek bir muamma
bu sebepten ötürüdür ki bu zamana kadar bekledi bu kitap...
Kapağını açtıktan sonra yazarın size özel, belki de bu sadece bana özel, aslında evet bana özel notunu görüyoruz öncelikle bu inceliği için hocamıza teşekkür ediyorum.
Nerden nasıl başlasam bilemiyorum, uzun zamandır kitap okuyamadığım gibi inceleme de yazmamanın zorluğunu yaşıyor gibiyim.
Aslında bunu sadece yazmak için söylemem daha doğru olur çünkü gerçekten okurken hiç böyle bir şey yaşamadım.
Öncelikle kitabımız yakın zamanımızı, akıcı diliyle ele aldığı için sizi içine kolaylıkla çekiyor diyebilirim.
Hiç bitmeyecekmiş gibi alıyor sizleri içine
başlıyorsunuz yolculuğa.
Fakat içinden çıkmak size kalmış, çünkü ben hala Ankaradayım evet Ankara da kaldım, Kızılay Meydanında, Musayı merak ediyorum, “Çokta Tınn Musayı”, Kemali merak ediyorum, en çokta Ömer’i...
Ömer benim için okudugum hayatlardan bambaşkaydı bir başkaydı tek başına bir kitaptı Ömer.
Sanki daha çok Bosnanın Kalbiydi Ömer.
Sonra o mavi otobüsü merak ediyorum dönüş yolunda taşıyacağı yolcuları, o yolcuların bedenlerin büyük gölgelerini.
Öyle merak ediyorum ki..
Bir otobüse neler sığar? Mavi bir otobüse, elli yüz yolcudan fazla ne sığabilir, kaç hayat, kaç öykü?
İstanbul-Ankara arası kaç kilometre?
Yol ne kadar uzun?
Hayatlar ne kadar kısa?
Bir otobüs, sadece dümdüz bir yoldan mı kişilerden mi ibaret?
Gelelim en büyük sorumuza, İyi miyiz? İyi insan nasıl olunur?
Bu sorunun cevabını hiçbir zaman tam anlamıyla alamamış olsam bile, ben ne yazık ki bu kitabı okuduktan sonra iyi insan olmadığımı öğrendim.
Evet iyi insan değildim..
“insanlığın en büyük meselesi insan olabilmektir.”
Bir yolculuğa çıkınca ne kadar merak ediyoruz yanımızda oturan diğer yolcuyu değil hayatını, adını bile merak etmiyoruz öyle değil mi?
Nasıl ki bunu merak etmiyorsak, haksızlığa uğramış, acı çekmiş veya hala çeken, yüreğini bir yerlerde bırakmış hayatları da merak etmiyoruz.
Haksızlıklar oluyor... ziyanlar... umutsuzluklar... savaşlar... katliamlar.. şehitler... neler oluyor oysa.
Tüm kırgınlıklarımdan vazgeçtim, Aidayı tanıdıktan sonra. Kırgın değilmişim ben.
Tüm umutlarımı bıraktım, daha çok umudu olan Merveyi gördükten sonra.
Tüm sevgilerimi bıraktım, Kemal’i gördükten sonra.
Ve diğerleri...
Duygularımdan, duygularımın yoğunluğundan şüphe ettim. Böylesi duyguları gördükten sonra.
Sonra düşündüm nelere susuyoruz, neleri görmüyoruz.
Yarım yarım, ucunu açık bıraktım cümlelerimin biliyorum, evet ama kuvvetim yetmiyor tamamlamaya yarım kalmış çok hayat okudum çünkü.
Sanki eskiden çok eski zamandan kalma kişilerdi, hayatlardı. Öyle bi tat, bir hissiyat verdi kitap bana.
Lakin geçmişte de şu anda da yaşanılan hayatlar, durumlar söz konusuydu bence. Şimdiki gibi, dünkü gibiydi ve belki yarınki gibi.
“Kötü tekti, kim olduğu da belliydi ama insanlar pasif kalıyorlardı. Onlar pasif kalınca da kötü olan istediğini elde ediyordu.”
Hala öyle değil mi?
Her hayat, farklı duygularımı kabartıp. Farklı farklı düşüncelere daldım.
Bu kitabı okumama vesile olduğu için, iç dünyama ışık tuttuğu için
Mehmet Y. hocamıza Teşekkür ederim.
Yüreğinize sağlık...
Lütfen okuyun bu kitabı, o hayatları bilin tanıyın es geçtiğimiz yüzüne bile belki bakmadığımız o hayatları bilin...
“Bazı acılar vardır. Geçtiğine siz bile inanırsınız ama geçmez. O sızı hiç dinmez ve bir yerlerde gizlenir kalır.”
Başı ve sonuydu bu cümle her şeyin ve belki herkesin..
Dipnot: Paslanmışım, inceleme beceriksizliğim tekrar alevlenmiş. (: