Hayatı o kadar ıskaladığımızı düşünüyorum ki. Hayata anlam katmaya çalışırken hayatın kendisini yaşamayı unutuyoruz. Anlamlı bir yaşam uğruna mücadele ederken bazen işin öznesini, yani yaşamın kendisini araçsallaştırıyoruz. Mutlu olmayı ya unutuyoruz ya da mutluluğu anlamlı bir hayatın ''büyüsünü, kutsiyetini'' bozacak olan gamsızlık olarak düşünüp olabildiğince uzak durmaya çalışıyoruz. Kronik mutsuzluklarımıza umarsızca çözüm arayıp duruyoruz sonra. Anlam ile mutluluğun bağını koparıp çırpına çırpına boğuluyoruz bunalımlarımızda.
Ölüm yaşam kadar eski bir kavramken, yaşam kadar doğal ve kaçınılmazken, yaşamı hep kendimize, ölümü başkalarına yakın görürüz. Nedense ölüm hep dışımızda, bizden uzak ve yabancıdır. ''Ölen'' her zaman başkasıdır, bizzat kendimiz ölmeyiz. Zaten öldüğümüzde de artık o biz değilizdir. O yüzden sanırım ölüme hazırlanma, kendi ölümünü normalleştirme gibi bir şey pek mümkün olmuyor. İstisnaları var elbette, tarihte bile isteye ölüme gidenlerin sayısı az değil, ama dikkat ettiysen onlara da ''öldü'' denmiyor ''ölümsüzleşti'' deniyor. Demem o ki ölüm bizim gibi faniler için kaçınılmaz sonken bile asla ona yaklaşmak istemiyoruz. Oysa ölümden kaçmak için harcadığımız her saniye bizi ölüme biraz daha yakınlaştırmış oluyor.
Bazen kafamızdaki karmaşayı gidermeden yaşamaya devam edemeyiz; bazen gidersek bile devam edemeyiz. Hayat kafamızın içindeki midir? Dışındaki mi? Çoğu zaman bilemeyiz.
İhsan Abi yaşarken de, ölürken de dünyada bazı şeyleri değiştirebilmişti. Hiç kimsede değilse bile en azından bende değiştirmişti. Boşuna yaşamamış, boşuna ölmemişti.
Okudukça iştahlanıyor, iştahlandıkça okuyordum. Yılların açlığını, susuzluğunu gidermek imkansız gibiydi. Sanki çok geç kalmıştım ve ömrüm boyunca hiç durmadan okusam bile eksiğimi kapatamayacak gibi hissediyordum.