Çocukluk yıllarını gerekli destekten yoksun ya da baskı altında geçiren kişiler o dönemde başlayan gerilimi ve alarmı yetişkinlikte de sürdürürler. Sanki zihinlerine yerleştirilmiş ve sürekli emirler veren bir aygıtın tutsağıdırlar. Bu insanların düşünceleri katı ve kategoriktir; kendilerini ve çevrelerini sürekli yargıladıkları için içsel yaşantılarını algılama olanağından yoksundurlar. Dolayısıyla nereden gelip nereye gitmekte olduklarını da değerlendiremezler. Bir başka deyişle bu, “ölerek yaşamayı” ya da “yaşarken ölmeyi” tanımlar.
İnsanlar vardır, yemeği tadına varamadan hızla tüketir ya da asansörün gelmesi için birkaç dakika bekleyeceği yerde derhal merdivenlere yönelir, hem de “ışınlanmışçasına” çıkarak. Nereye yetişmeye çalıştıkları sorusunun cevabı “yaşamın amacı ölümdür” ilkesinde bulunabilir. Bir başka deyişle, bu insanlar yaşamlarını bir an önce bitirme ve ölüme ulaşmak istercesine tüketme eğilimindedirler. Gerçekten de içinde bulundukları anı yaşamayan ve yaşama etkin bir biçimde katılamayan insanlarda ölüm korkuları oldukça yaygındır.
İnsan böyle bir şey. Nerede, hangi yaşta olursa olsun, kabuğunu kırıp içine baksan içi cılk yara. Yarasız, dertsiz, sırsız insan yok da, işte kimisi üstünü iyi örtüyor. Ben de örttüm.
Sinirli, mutsuz, huzursuz bir kadınla evli olmak demek, daha fazla sinirli, mutsuz ve huzursuz olmasın diye daha fazla sinirli, mutsuz ve huzursuz olmak demektir.