“Ben Tanrı'dan bile korkardım. Tanrı'nın sevgisine değil, gazabına inanırdım. İnanç. Bu yalnızca Tanrı'nın kırbacını yemek üzere mahkemeye çıkıyormuşum gibi bir histi. Cehennemin varlığına inansam da cennet benim için yoktu.”
“Şu meşhur eski deyişi biliyor musun? 'Yoksulluk kapı-dan girince aşk pencereden uçar.' Çoğu insan hep yanlış anlıyor. Bu, erkeğin parası bittiğinde kadının ondan ayrıldığı anlamına gelmez. Şu demek: Bir adamın parası bittiğinde... kalbini kaybeder, değersizdir. O kadar zayıflar ki gülemez bile, garip bir aşağılık kompleksine kapılır, çaresiz kalır ve kadını kendinden uzaklaştıran o adam olur. Bu noktada yarı delirir ve uzaklaşana kadar itmeye, itmeye ve itmeye başlar.”
“Neden bilmiyorum ama kadınlar bana hayatlarını anlatmaya başladığında hep sıkılıyorum. Belki de çok iyi hikâye anlatıcıları olmadıklarındandır -hep yanlış kısımları vurgularlar-ama hepsi bir kulağından girip diğerinden çıkar.”
“Hiçbir zaman adil yargılanmayacağımın çok iyi farkındaydım. Sonuç olarak, başkalarına yardım için başvurmanın bir faydası yoktu. Yapabileceğim tek şey, diye düşündüm, susmak, tahammül etmek ve soytarılığıma devam etmek.“
“…İncil bize ilk adamın bir kaburga kemiğini alarak ilk kadının yaratılış hikâyesini, isimler aracılığıyla her şeyin sahibi olduktan sonra, özellikle ne kadar güçlü bir biçimde, kendisine eşlik edecek birine ihtiyaç duyduğunu anlatıyor. Adam konuşacak birine ihtiyaç hissetti ve Tanrı kadını yarattı. Kadın erkeğin önünde ortaya çıkar çıkmaz, 'İşte bu kemiklerimden bir kemik, etimden bir ettir' lafının ardından ilk yaptığı şey, şu sözlerle ona isim vermek oldu: 'Ona kadın denecek, çünkü adamdan alındı. Böylece bu isim, sanki iki farklı tür gibi, kültür düzeyi yüksek toplumların kadın için farklı kökenlerden türettikleri bazı isimler haricinde, adam kelimesinden üstün olmadı."
“Sizin de bildiğiniz o üzücü hadiseden sonra, hasta ruhumu, yatıştırıcı sakinliğinde yıkamak için kırlara çekildim. Aynı zamanda şehir hayatının açtığı yaraları iyileştirecek, şehir izlenimlerinin her gün sırtımıza eklediği yükle, bizi batıran ruhsal hastalıktan kurtaracaktı. Orada, kır hayatında, uyumanın ne demek olduğunu öğrendim ve işte uyumayı bilmeyen yaşayamaz. Şehirde bakışlar, kaygılı nefeslerin buğusu, kirli arzular, nefretler, imalı gülümsemeler, selamlaşmalar, gecikmeler, duraklamalar, hepsi bize elektrik yüklüyor. Süreklilik içinde bu bir dizi anlamsız dürtülmeler, fark edilemeyen gıdıklanmalar, hayatı kuşatıp en sonunda ele geçiriyor.”