“Hiç anne sütüyle beslenmediğim ve Yüzüklerin Efendisi'ni, Cennet'i ve Otostopçunun Galaksi Rehberi'ni bitiremediğim için bir ömür boyu dövündükten sonra, sonunda tüm orta sınıf California'lılar gibi ben de büyüdüğüm yatak odasında, alçı tavandaki “68 depreminden kalma çatlaklara bakarak ölecektim. Yani "Ben kimim? Ve nasıl o kişi olurum?" gibi içgözlemsel soruların benimle ilgisi yoktu o zamanlar, çünkü yanıtı zaten biliyordum. Tüm Dickens mahallesi gibi ben de babamın çocuğuydum, çevremin bir ürünüydüm, başka da bir halt değildim. Dickens'tım. Ve babamdım. Sorun şu ki, her ikisi de hayatımdan yok oldular - önce babam, sonra mahallem. Ve birdenbire, kim olduğuma dair en ufak fikrim ve nasıl kendim olacağım hakkında da tek bir ipucu kalmadı elimde.”
“Yaşam, Hardin’in doğduğu gün birinin bir tekmede darmadağın ettiği bir yapbozdu ve Hardin hâlâ parçaları teker teker birleştirmekle, nereye uyacağını anlamak için bir o yana bir bu yana çevirmekle meşguldü.”
“Hardin’in tilki suratı her zamankinden ince, her zamankinden kurnazdı, soğuk sarı gözleri daha bir sürüngenimsiydi. Ya da belki köpek balığımsıydı, kesintisiz bir hırsla dolu bir ifade hariç cansız ve bomboş. Bir köpek balığı nasıl beslenirse Hardin de yaşamını öyle sürdürüyor, dikkatini çeken her şeyi gövdeye indiriyor, sıcak ve karanlık midesine yolluyor, içinde beslenebileceği ne varsa emiyor, beslenemediklerini de tükürüp atıyordu. Sinsi gülüşün, yılların ona giydirdiği efsanelerden örülme kumaşın ardında mücevher gibi bir kötülük çekirdeği vardı. Hardin bu efsanelerde şeytanın, çocukluk kâbuslarının dişli pençeli canavarlarının yerini alıyordu.”
“İşte bu nedenle boşlukta biçim yoktur; duyum yoktur; algılama yoktur; irade yoktur; bilinç yoktur; göz, kulak, burun, dil, gövde ve akıl yoktur; görme, işitme, koklama, tat alma, dokunma ve düşünme yoktur; bakış yoktur, algılayış da bilgisizlik de yoktur, bilgisizliğin sonu da yaşlanma ve ölüm de yoktur; yaşlanma ve ölümün sonu da acı çekme yoktur; bunların sonunda acı çekme de yoktur; acı çekmenin sona ermesi yoktur ve yol yoktur; bilgelik yoktur ve erme yoktur.”
“Çok fazla resim yaptığı için kendisi bile resminin sahtesini anlayamayan ressamlar olduğunu duymuştum. Bir resmin sahte olduğunu iddia ederken şöyle demiş bir ressam:
“Benim çizmiş olabileceğim bir resme benziyor ama çizdiğimi hatırlamıyorum.”
Ressam sonunda davayı kaybetti. İşte ben tam da aynı bu hissiyattayım.”
“Uzun zaman öncesini capcanlı korurken geleceği katiyen kaydetmemekte ısrarcı. Sanki benim için bir gelecek olmadığını yineleyerek beni uyarıyormuş gibi hissediyorum. Sürekli düşünüyorum da, gelecek yoksa geçmişin de bir anlamı yokmuş gibi. Odisseus’un seyahatini düşünüyorum, o da öyleydi. Odisseus kendi topraklarına dönerken nilüfer çekirdeği yiyen insanların adasına uğrar. Oradaki insanların nazikçe ikram ettiği nilüfer çekirdeğini yedikten sonra memleketine dönmesi gerektiğini unutur. Sadece bu da değil, adamları da unuturlar. Neyi? Amaçları olan “eve dönüş”ü. Memleket geçmişe aittir ama oraya dönüş planı geleceğe. Sonrasında da Odisseus tekrar tekrar unutmakla mücadele eder. Sirenlerin şarkılarından kaçar, onu sonsuzluk boyunca bir yerde alıkoymak isteyen Kalipso’dan da kurtulur. Sirenlerin ve Kalipso’nun istediği şey Odisseus’un geleceği unutup şu ana çivilenmesidir. Ama Odisseus sonuna kadar unutkanlıkla savaşarak geri dönüşünü planlar. Sadece bugünde kalmak hayvan misali yaşanan bir hayata gerilemek demektir. Tüm hafızasını kaybedene daha fazla insan denemez. Şu an, geçmişle geleceği bağlayan bir temas noktası sadece, ama şu anın kendisi tek başına hiçbir şey değil. Ağır demans hastasıyla bir hayvan arasında ne fark var? Hiçbir fark yok. Yiyip sıçıp gülüp ağlayıp böyle böyle ölüme varılır. Odisseus bunu reddetmiştir. Nasıl? Geleceği hatırlayarak, geçmişe doğru ilerleme planlarından vazgeçmeyerek.”