“Şimdi bir fal tutalım ister misin?”
“Nasıl olacak o?”
“Radyoyu açacağız,çıkan ilk şarkıyı dinleyeceğiz,ne söylediğine bakacağız.Bizim falımız olacak o şarkı.Olur mu?”
“Olur.”
“O zaman hazırsan birazdan açacağım radyoyu.Sözlerine dikkat edelim.Ne çağrıştırdığını anlamaya çalışalım.Hazır mıyız?Tamam.Bir iki üç,açıyorum.”
Radyoyu açtım,bir ayine hazırlanır gibi saygılı sükûnetimizi koruyorduk.On saniye kadar süren cızırtının hemen ardından,çevremizi saran ağırbaşlı dağların arasından dökülen bereketli,berrak bir suyun sesi gibi duyulmaya başladı türkünün sözleri.
“Bir yara dışarıdan olsa.Halk ona bir merhem çalar.Benim yaram içerdendir.Çare bilmem ne edeyim.”
Türkü bitti,radyonun düğmesini çevirip kapattım.Falımızın söylediğini anlamak için herhangi bir çaba içinde olmamıza gerek kalmadı.Fal tuttuğumuz şarkı bize yorum yapma fırsatı vermediği gibi, bir çağrışıma da açık değildi.Her şeyi olduğu gibi,en yakıcı,en vurucu,en çıplak haliyle söyleyip kaçabileceğimiz bütün yolların önüne kalın duvarlar çekti.Öyle kalakaldık.İkimiz de birbirimize ne düşündüğümüzü,falın nasıl çıktığını sormadık.Duyduğumuz kadarı yetti,ötesine geçmenin âlemi yoktu.