Sanma ki acı çekmekten korkuyorum.
Dayanacak gücüm dünyayı devirebilir.
Nergislerde boğulur,
Okyanuslara gömülürüm.
Belki yosunlar sarar kırık kalbimi.
Belki balıklar dindirir yüreğimde ki acıyı.
Arabalarda ki motor sesi,
Sigara izmaritleri,
Sahte duygular, sahte gülümsemeler, sahte acı ve sahte aşklar...
Kahkahamı basıyorum hepsinin yüzüne.
Hazreti tanrı oturuyor beynimin üzerine
Ve gıdıklıyor bağırsaklarımı.
Sıçasım geliyor tüm güzelliklerin içine.
Boşlukta akan kanımı emer mars.
Kadınlar, tanrının kusmuğudur.
Tanrı kendisinin en büyük hatasıdır büyük bir ihtimalle...
Eğer bir ahir zaman peygamberi olsaydım ve yeni bir din yaymak için kullansaydım sözcükleri, “Ağla...” diye başlardım. Ağla... Ağla, çünkü ağlamadan anlayamazsın.
Hatta bazen hiç konuşmadan anlaşılabilmek uğruna, az lafla anlaşılabilme ihtimallerimi bile sakat bıraktım. Ergenliğim boyunca anlaşılamamaktan şikayet ettim hep, büyüdüğümde de anlaşılmaya çalışmaktan vazgeçtim.
Ama sen bir şeyler söylesen ben anlardım. Söylemedin. Anlamlı anlamlı sussaydın en azından, o bile bir şey demek olurdu. Olmadı. Bir sürü laf edip hiçbir şey söylememeyi nasıl başardığını hâlâ almıyor yarım aklım.
Vicdanımın dağıldığı günlerden bir gündü.
Mahallemizin alkolik parkına geçtim. Allah affetsin ramazandı. Biramı ve sigaramı alıp parkın tek bankına oturdum.
Derin derin düşündüm.
parkın Yanındaki sitede balkonda bir abi iftardan sonraki ilk sigarasını içiyordu. O bana baktı ben ona. Duygularımız acılı bir sözleşmede anlaşmıştı. Karanlıktı heryer. Parkta ki tek yanan lambaya küfürler ettim. Sonra üzüldüm tabi. Çünkü tek başına kalmıştı ve biz hak etmeyen insanları güneşten aldığı enerjiyle aydınlatmaya çalışıyordu. Fakat ben karanlıktaydım. Hangi ışık kaynağı ruhun karanlığını aydınlığa çıkarabilir ki?
Vicdanımı ve acılarımı o bankta bırakıp, son sigaramı da tükürüğümde söndürüp eve doğru yol aldım...