Ölçünün tek bir durağı, tek bir sonu var. Tek yere doğru kayıyor her geçen günle birlikte. O halde, her gün yeniden bir şeyler yapabilmeli, her gün yeniden kurmalı, düzeltmeli dünyasını. Her gün yeni bir şey katmalı ki yaşayışına, ölüm payı artacak yerde eksilir gibi olabilsin, dağılsın, parçalansın; yaşayışı kolaylaştıran kendi alışkılarının yanında kendi getirdiğin değişiklik de olsun, bu denge içinde, yaşadığını, sürüklenmediğini anla, anlayacak hale gel...
Her insanın yaşamında belli bir an, kimi zaman sebepli kimi zaman da sebepsizce, varlığının o küçük kader anlarından birine geri dönebilseydi ve o an denge biraz farklı sağlansaydı, gelecek nasıl şekillendirdi diye sorması kaçınılmazdır.
O kadar birbirlerine benzeşmeye çalıştıklar camiden çıkınca, camiyi evlerine taşımaktan neden imtina ediyorlardı? Neden Tanrının kulları evlerini de Tanrının evi gibi yapıyorlardı? Sadece camide mi kul oluyorlardı da eve gelince Tanrı oluyorlardı? Yoksa evlerini Tanrının evine benzetmekten mi utanıyorlardı?
Uzun İhsan Efendi, onun yanından asla ayırmadığı, üzerinde sadece bir nokta bulunan deftere, kendisinin, evin, ve orada vaktiyle yaşayıp ölmüş insanların muhayyel hayatlarını yazdığını, insanoğullarının hayatları da hayalden çok hiylelerle dolu olduğu için eserine Kitab-ül Hiyel adını verdiğini rivayet etmiştir. Müdde-i ömrü meçhuldür. Nereye defnedildiğine gelince eğer her şey gibi kendisini de tahayyül ettiyse, muhayyilenin derinliklerinde bir define olarak belki de hala mevcuttur.
Gelgelelim, adına ilim denen, yokluğu gözleri kör eden, belki de karacahillerin görmek maksadiyle büyüttükleri o nokta, onlardan sadece birinin tahayyülünde vardı. Hiyelkâr sayısız hiylelerle tabiatın kuvvetlerini tuzağa düşürüp esir etmenin yolunu ararken, hayalkâr, bütün dünyayı gözündeki o noktayla görüyor, Kâinatın kendisinin gerçekleşmiş bir hayal olduğuna, bu hayali örnek alıp yeni yeni hayaller yaratmak gerektiğine, çünkü onu mutlu eden şeyin sanayi ya da teknoloji değil, hulkiyyat ya da kreatoloji olduğuna inanıyordu.
Bu zamana kadar binbir masaldan çok daha fazlasını anlatan raviyân-ı ahbar ve nakilan-ı āsār, Üzeyir Bey'in bu bom- boş defteri günlerce, haftalarca, aylarca karıştırdığını rivayet etmiştir. Fakat Ali Sansar Efendi, defterin boş olmadığını, tam tersine, içinde ilim bulunduğunu ve bu ilimin de bir tek noktadan ibaret oldugunu söylemiştir. Ali Cümbüş Efendi'ye göre ise, Üzeyir Bey, aylarca bu defteri karıştırdıktan sonra hiçbir şey göremeyince, doğruca Uzun İhsan Efendiye gitmişti. Hiyel Nazırı ise, "Nasıl da unuttum!" dercesine elini alnına vurmuş, binbir özür dileyerek tüy kalemini hokkaya daldırıp defterdeki rastgele bir sayfaya özenle bir nokta koymuştu. Ne olursa olsun, hemen hemen bütün raviler Üzeyir Bey'in bu nokta üzerinde yıllarca düşündüğünü ve bunun da semeresini fazlasıyla gördüğünü söylemişlerdir.
...Varlıklarını benlikleriyle sınırlayan ve dolayısıyla, aslında ona ait olduklarını bilmedikleri Dünya karşısında cılız ve sakat olduklarını hisseden insanlar gibi, varlığını tehdit ettigine inandığı o devle savaşmaya karar verdi. Bu dev, Dünya'nın ve onun içindekilerin ta kendisiydi. Ona ait olmak ise, ona yenilmek, yani ölmek demekti. Ancak bu bir bakıma doğru sayılırdı. Çünkü Dünyanın bir parçası olmak, bedenin değil benliğin ölümü olmalıydı.