Tren garında karşılaşıp bir şeyler hissettiği bir adamı çocuğuna tercih eden bir kadın olmak, bilinmezlik içinde sürüklenmenin tadını hiç almamış bir kadın için olanaksız bir şeydir.
Anna'nın hikayesi bir umudun, bir sürüklenişin, bir aidiyet açlığının ve bir yok oluşun hüküm sürdüğü hayata atılmak zorunda hisseden bir kadının hikayesiydi. Yüze bölünüp haklı olduğunu herkese kanıtlamak istese de yapamadı. Çünkü bunu yaparken ait olmak zorunda hissettiği kişiyi kaybetmekten korktu.
Kitabın başından beri Anna Karenina'yı ruh ve akıl sağlığı bozuk birisi olarak ele aldım. Bu izlenimimin sebebi ise ilk satırda da belirttiğim gibi, Anna'nın tren garında gördüğü bir adamı canından kanından olan çocuğuna tercih etmiş olmasıydı. Çocuğunu ve ailesini bırakarak, mutsuzluğun hüküm süreceğinden emin olduğu bir yola girmek; mutlu bir kadının gerçekleştireceği eylem değildi. Bu yüzden baştan sona Anna'ya hep hak verdim. Dolli'yi Stepan Arkadyeviç'e karşı yumuşatarak yıkılmakta olan bir aileyi kurtaran Anna'nın, intiharını gerçekleştirmeden önce Dolli'yi bir umut olarak görmesi beni yıktı.