Bütün hayata karşı bir mide bulantısıyla uyandım. Yaşamak zorunda olmanın dehşeti yataktan benimle birlikte kalktı. Her şey gözüme boş göründü bir an ve içimden buz gibi bir ses, hiçbir derdin çaresi yoktur, dedi.
Müziğin ya da düşün hafif bir soluğu, ne olursa olsun, yeter ki öyle ya da böyle bir şey hissetmemizi sağlasın, ne olursa olsun, yeter ki düşünmekten bizi alıkoysun.
Beklenti ile ümit, haz ile sevinç, ceza ile mükafat arasındaki farkı unutturan aşk hastalığına yakalanmaktansa, bacaklarım alçıdayken denize girerim daha iyi.
Sevdiğiniz için acı çekiyorsunuz, daha fazla sevin. Aşk yüzünden ölmek, yaşamaktır.
Sevin. Hem yıldızlı hem kasvetli bir dönüşüm bu işkenceye karıştı. Can çekişmenin de bir coşkusu vardır.
Ey kuşların neşesi! Yuvaları var diye ötüşüyorlar.
Yüzümde bir nokta seğiriyor. İnce fakat güçlü bir iple yukarı doğru çekiliyor etim. Görünmeyen bir kanca, kalınlığı olmayan bir ip. Kuklacı nerede, diye yukan bakıyorum, içim acı bir alayla dolu. Sabah ezanlarını hep mi severdim? Ses ışığa dönüşür sabahları. Kuklacı cevap vermez. Asla. Kimseyle konuşmayan bir Yaratıcı mümkün mü? Bunları yazmıştım kâğıtlara. Çok önceleri. İşte hepsi burada... Kuklacı ipimi geriyor. Gülümsemeye çalışıyorum, acıyor. Bu da bir nevi vahiy.
Birilerinin gelmesini bekliyorum. Arka planda bitmeyen bir uğultu gibi bu bekleyiş. Yorucu. Hayat birilerinin eksikliği olarak çoğalıyor. Zaman geçmiyor, boşluk çoğalıyor sadece.