Milyonlarca insanın zihninde ahlak, ayrılmaz bir biçimde dine bağlıdır. Bu doğrudur, şu ise yanlıştır, nedeniyse basit: Tanrı öyle buyurmuştur da ondan. İyi iyidir, kötü de kötü, çünkü Tanrı öyle diyor.
“Belli bir dönemde, belli bir yerde ahlak nedir?
O dönem ve o yerdeki çoğunluğun hoşuna ne gidiyorsa odur; ahlaksızlık da hoşlarına gitmeyendir.”
Alfred North Whitehead, 1941
Aslında ahlaki yaşamımız tartışma ve kınamalarla doludur elbette; hele ölüm cezası gibi konularda rengimizi güçlü bir şekilde neredeyse istisnasız belirtiriz.
Hume’un olgular ve değerler arasında açtığı köprü tutmaz uçurum, bizzat ahlaki iddiaların konumuna gölge düşürür ve bu yüzden de ahlak felsefesinin kalbinde yer alır.
Ruhu, aklı, erdemi derinden incinen insanlar yaşadıklarını anlamlandıramadıkları zaman kendi fizyolojilerinden alırlar intikamlarını. Bunu yapamazlarsa toplumun fizyolojisini bozarlar.
Bu yüzden insan ve toplum hikâyeleri öç alma üzerine kuruludur.
Eşyaya isim vermeyi öğrenmiş insanın, ismiyle beraber hangi role sahip olacağına ölüm karar veriyor. Tanrı insanlara ölüme ad koymayı öğretmiş. Ölüm onlara yapım ekini biçmiş, “Ölümlü” demiş
İncil’e göre, yılanın uzattığı yasak meyveyi Adem’e uzatarak insanoğlunun cennetten kovulmasına sebep olan Havva, biliyorsun dünyaya çocuk getirirken bedensel bir acı çekmekle cezalandırılmıştır.
Günümüzde Platon’un en yaygın olarak ilişkilendirildiği fikir olan platonik aşk, Mağara Alegorisi’nde zihnin evreniyle duyular evreni arasındaki keskin karşıtlıktan çıkar. Aşkın en mükemmel biçiminin fiziksel değil, zihinsel olduğu yolundaki klasik ifade, Platon’un bir başka tanınmış diyaloğu olan Şölen’de yer alır.