ne şeytanı azizim, ne şeytanı? bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması… içimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu… içimizde şeytan yok… içimizde aciz var… tembellik var… iradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey, hakikatleri görmekten kaçmak ihtiyatı var…
hiçbir şey üzerinde düşünmeye, hatta bir parçacık durmaya alışmayan gevşek beyinlerimizle, kullanmaya lüzum görmeyerek nihayet zamanla kaybettiğimiz biçare irademizle hayatta dümensiz bir sandal gibi dört tarafa savruluyor ve devrildiğimiz zaman kabahati meçhul kuvvetlerde, insan iradesinin üstündeki tesirlerde arıyoruz.
dünyaya ne halt etmeye geldiğimiz sualine o da cevap veremedi. yaratmak zevkinden, hayatın bizatihi bir hikmet olduğu hakikatinden dem vurdu, fakat çürük. ne yaratacaksın? yaratmak yoktan var etmektir. en akılımızın kafası bile bizden evvelkilerin depo ettiği bir sürü bilgi ve tecrübenin ambarı olmaktan ileri geçemez. yaratmak istediğimiz şey de bu mevcut malları şeklini değiştirerek piyasaya sürmekten ibaret.
belki her şey hakikattir. belki her kavgada bir hak, bir haklı ve bir haksız vardır. fakat aşkta ne hak, ne haklı, ne haksız, hatta ne de bir hakikat vardır. onda yalnız bütün bunların yokluğundan var olan bir şey, güzellik vardır.
seni yalnız böyle şimşekli havalar için istediğim aklına gelmesin. seni şimşeksiz havalarda bir sandala atıp öğle uykusuna yatmış bir evin, beyaz kireç badanalı sahil kasabasında sandalımızı, bahçelerin, hamakların, uyumuş insanların, sahile eğilmiş çamların gölgesi vura vura, sandal denizin dibinden bir karış yukarıda, sahile sürünürcesine kıyıdan götürmek, suda küçük balıkların kaçıştığını, çakıl taşlarının şekillerini kaybedip bulduğunu, yeşil, sarı, kumral, hatta beyaz yosunların oynaştıklarını göstererek dolaştırmak ve o anda çıkan küçük bir hava ile kokun burnuma değdiği zaman sevinmek ve sana o zaman aşktan güzelleşen ve iyileşen dertsiz, hastalıksız yüzümü göstermek, seni ne kadar sevdiğimi yalnız gözlerimle anlatmak, yalnız yüzümün ortasına düşmüş ince bir saadet çizgisiyle her şeyi ifade etmek isterdim.
bahar geldi, gördün mü? ben gördüm. bir çingene kızının göğsündeydi. bir insan kokusu duydum mürüvet’te. ismi mürüvet’ti. çayırlara uzanmıştı. dişlerinin koyu, sarıya çalar bir beyaz rengi vardı. bir mahalle kızının, arkadaşın ağzından çıkarıp, al sen çiğne dediği sakızının renginde…
sonunda sersemce bir çocuk gibi olduğumu anlayıverdin. niye böyleyim dersin? sabahleyin evden çıkarken büyük adamlar gibi ciddi, tüccarlar gibi hesaplı, zeki olmaya kararlaştırıyor; akşama doğru deli dolu, hesapsız, sersem bir halde evime dönüyorum. yaradılış bu sevgilim. bir türlü istediğin gibi adam olamayacağım!
posbıyıklı rum balıkçılar, çıplak bacaklı sıska çocuklar, gırtlakları bir karış dışarıya fırlamış kürt hamallar, doksanlık rum kadınları, ben, sen, posta müvezzii, o bakkal çırağı… hepimiz şu insanlardandık.
sevgili bay eden.
sonunuz için çok üzgünüm.
kitap boyunca aşık olduğu kadını etkilemek için kendini geliştiren; yazar olmak umuduna tutunup bu yolda ailesini, arkadaşlarını, sevdiği kadını ve en sonunda da yaşama arzusunu kaybetmiş bir adam martin eden. yaşadığı tüm zorluklar, elde etmek için savaştığı tüm arzular günün sonunda onun için bir anlam ifade etmeyince tüm çabasının boş yereliği ve kaybettiği her şey çok acı. yine de kendisinin onca okuduğu ve öğrendiği şeye rağmen inatçı kişiliği ve saplantılı aşkı beni tatmin etmedi. bir yandan bağlandım karaktere bi yandan “salak! salak!” diye diye dışladım. en sondaki haline ise buruldum.
günün sonunda martin eden; tahiti’de lizzie ile birlikte olmalıydın, denizin derinliklerinde değil!
Martin EdenJack London · Koridor Yayıncılık · 202090.5k okunma