Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Abdülhamid'in en büyük özelliklerinden birisi iyi giyinmesiymiş. İnsanların karşısına temiz, muntazam ve iyi bir kıyafetle çıkarmış. Fakat kanepe üzerinde diz üstü oturduğunda ve namaz sırasında elbiseleri sık sık kırışırmış, insanların karşısına da böyle kırışık elbiselerle çıkmayı uygun bulmadığı için günde 2 3 defa elbiselerini değiştirirmiş.
Pek bilinmez ama Mısır ve Sudan'ın resmen elimizden çıkması Lozan Barış Antlaşmasıyla gerçekleşmiş, Sultan 2. Abdülhamid'in 36 yıl önce atmadığı imza İsmet Paşa tarafından Lozan'da hem de bir zafer kazanıyorum edasıyla atılmıştır. Lozan'ın 17. maddesi şöyledir: Türkiye'nin Mısır ve Sudan üzerindeki bütün hak ve dayanaklarından feragatinin hükmü 5 Kasım 1914 tarihinden geçerlidir. Yani 1923 Temmuzunda sadece Mısır'ı vermekle kalmıyorduk, Mısır'dan feragatimizin tarihini makarayı tersine sararak 9 yıl geriye götürüyor ve tam da İngilizlerin ilan ettiği 1914 Ekiminden başlatıyorduk. Bu tabii İngiltere'nin ilhak tarihidir ve İngilizlerin daha azını Sultan Abdülhamid'e kabul ettirmek için çırpındıkları ama kabul ettiremedikleri anlaşmanın beş beteridir.
Sayfa 131Kitabı okudu
Reklam
Artık Theodor Herzl'in hatıra defterinde Osmanlı sayfası kapanıyor, onun yerine İngiltere daha doğrusu Britanya İmparatorluğu sayfası açılıyordu. Çantasını toplarken not defterine şunları yazacaktı: Türkler gün gelecek, dilenci konumuna düşecek ve dizlerime kapanıp yalvaracaklar. Nitekim Filistin'de toprak satın almalarına izin verilmeyen bir grup Yahudi mültecinin "İntikam" adlı gizli bir örgüt kurdukları arşiv belgelerine yansıyacaktı. Bu örgüt giderek yapılanacak ve Çanakkale ve Filistin cephelerinde Siyonist Gönüllü Birliği olarak hem espiyonaj (beşinci kol) hem de silahlı güç olarak çalışacaklar, 1917 Aralık'ında Kudüs'e giren İngiliz ordusunun yanında aynı mantıkla kurulmuş Yahudi Lejyonu Taburları (İbrani Tugayları) olarak saf tutacaktı.
Sayfa 115Kitabı okudu
İlk Siyonistler Avrupalı emperyalistlerden beslenmişlerdi. Emperyalistler nasıl işgal ettikleri toprakları boş, gayrı medeni ve insansız olarak görüyorlarsa Siyonistler de aynı şekilde bakmışlardı Filistin topraklarına. Yerli Araplar 'geri', ya da 'yok' kabul edilmişti. Bu 'boş topraklar' esprisi o kadar ileri gitmişti ki Filistin "halksız bir toprak" ilan edilmişti. Fakat hemen ardından şu cümle eklendi:Yahudiler de 'topraksız halk' tı. Böylece topraksız halk Yahudilere halksız, yani boş duran bir toprağın, yani Filistin'in verilmesi meşrulaştırılmış oluyordu.
Sayfa 108Kitabı okudu
1917 başlarında Gazze'de Türk askeri iki İngiliz saldırısını başarıyla püskürtmüş ancak ne ilginç bir tesadüf ise meşum Balfour bildirisinin yayımlandığı gün yapılan üçüncü muharebede İsmet (İnönü) Bey'in müdafaa ettiği Birüseba'daki savunma hattımızdan itibaren cephemiz yarılmış, ertesi yıl devam edecek ve imparatorluğu teslim olmak mecburiyetinde bırakacak feci yenilgiler silsilesi de başlamış oluyordu. İsmet Bey ise bu muharebedeki kusuru yüzünden komutanı Kress Von Kressenstein tarafından suçlanmış ve savunmasını yazmış ama savaş henüz devam ettiği ve komutana ihtiyaç olduğu için peşine fazla düşülmemişti. Sonradan da unutulup gitti.
Sayfa 105Kitabı okudu
Düşmanları kim?
Beş büyük mesele vardı ki beşi de Sultan Abdülhamid'in incelikli diplomatik karşı ataklarıyla durduruluyor, fesat komitesi harekete geçmek için onun göstereceği en ufak bir zaafı aç kurtlar gibi bekliyordu. Meseleleri şöyle sıralayabiliriz: 1) Düvel-i Muazzama tarafından Osmanlı'nın başına bela edilen Ermeni meselesi, 2) Avrupa' nın ve Avrupa Hıristiyanlığının iç sorunu olduğu halde tarihinde Yahudilere en müsamahalı davranan devlet olan Osmanlı'nın ve içlerinde en rahat yaşadıkları millet olan Müslüman halkların üzerine yıkılarak çözülmek istenen Siyonizm, yani Yahudilere Filistin' de devlet kurdurma mücadelesi, 3) Dışarıdan müdahalelerle ve milliyetçilik rüzgarlarıyla tam bir barut fıçısına dönüştürülen Balkanlar, 4) Petrol rezervi, stratejik konumu ve Hıristiyanlık açısından taşıdığı dini ehemmiyet dolayısıyla ele geçirilmesi ve parçalanması arzulanan Ortadoğu toprakları, 5) Amcası Abdülaziz Han'ı tahttan indiren darbecilerin arka planında yatan Masonik örgütler ki, Sultan Abdülhamid de iktidarı süresince onlarla anlayacağı dilde mücadele etti. Nitekim büyük devletlerin himayesinde rahatça icra-i faaliyette bulunabilmek maksadıyla gittikleri Makedonya hariç kendisinden habersiz iş yapamaz hale gelmişlerdi. Bu da gizlilik üzerine kurulu karanlık düzenlerini alt üst etmekteydi.
Reklam
Düşmanları kim?
Abdülhamid Han'ın düşmanları kimlerdi? Beraberce gözden geçirelim. 1) Bediüzzaman Said Nursi'nin bir gazete haberinden öğrendiğine göre Başbakan Gladstone "Bu Kur'an Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe, biz onlara hakiki hakim olamayız. Ne yapıp edip bu Kur'an'ı sükut ettirip ortadan kaldırmalıyız. Yahut da Müslümanları ondan soğutmalıyız" veya "Bu mel'un kitabın (haşa Kur'an-ı Kerim'den bahsediyor-M.A) takipçileri var oldukça Avrupa'ya barış gelmeyecektir." diyerek emperyalist politikalarını belirleyen İngiltere, 2) Cezayir ve Tunus'tan sonra özellikle Lübnan, Suriye ve Kudüs'e gözlerini diken ve Osmanlı'nın bünyesinden dağılacak yağlı parçalara ağzı sulanarak bakan dostumuz(!) Fransa, 3) Afrika' daki son Osmanlı toprağı olan Trablusgarb'a ve Akdeniz kıyılarımıza göz diken İtalya, 4) Sıcak denizlere inme planlarını Deli Petro zamanından beri aşikare çıkarmış olan Rus Çarlığı, 5) Ermeniler ve misyoner okulları üzerinden Osmanlı coğrafyasına dalan Başkan Theodore Roosevelt yönetimindeki Amerika Birleşik Devletleri, 6) Şaşıracaksınız belki ama dostumuz zannettiğimiz fakat Sultan Abdülhamid başta kaldığı sürece Osmanlı'nın iplerini veya dümenini ele geçiremeyeceğini anlayan Kayzer 2. Wilhelm' in Almanyası...
Tabii ki bu baş döndürücü sürecin en belirgin özelliği, bazı kafalarda "Osmanlı" ile özdeşleştirilen Sultan 2. Abdülhamid'in ötekileştirilerek alabildiğine kötülenmesiydi. Hadi bir Ermeninin, Fransızın, İngilizin vs. onu kötülemesini ve ötekileştirmesini anlayabilirdiniz ama ya kendi ülkesinin aydınlarını? Onlara ne oluyordu? Nasıl oluyor da bir Ermeni terörist ile aynı dilde ve üslupta sövebiliyorlardı kendi devletlerinin başkanlarına? Abdülhamid Han'a karşı kurulan bu kirli ittifak, kukla ile kuklacıları teşhiste yeterince ayıltıcı bir kanıt değilse nedir?
Dolayısıyla Ali Birinci'nin söylediklerinden çıkardığımız sonuçlar şudur: 1. Sansürü her türlü yasak için kullanmak bir dil gevezeliğidir. 2. Sansürü Abdülhamid dönemiyle özdeşleştirmek bir hafıza tembelliği değilse kasıtlı bir çarpıtmadır. 3. Basından her türlü yasağı kaldıran İttihatçılar birkaç yıl sonra eskisinden beter bir düzen kurmuşlar, bırakın gazete kapatmayı (ki Şehrah gazetesini üst üste tam 13 defa kapatmış, gazete 14 defa isim değiştirerek çıkmak zorunda kalmıştır), muhalif gazetecilerin cezası artık sokak ortasında vurularak verilir olmuştur. 4. Keza Cumhuriyet döneminde de, özellikle Takrir-i Sükun kanunuyla basına ağır bir sansür uygulandığını, bir günde 6 gazetenin birden süresiz kapatıldığını bildiğimiz halde Abdülhamid döneminde sanki bir istisna imiş gibi muamele etmenin mantığı var mıdır? 5. Nihayet "Basın Bayramı" nın 1948 yılında yani tam da sansürün dorukta olduğu bir zamanda kutlanmaya başlaması yeterince açıklayıcı olmalıdır.
Sayfa 304Kitabı okudu
Savaş düşmana yenildiğin zaman değil , düşmana benzediğin zaman kaybedilir.
Sayfa 140Kitabı okudu
246 öğeden 161 ile 170 arasındakiler gösteriliyor.