1984 uzun zamandır okuduğum en etkileyici eserlerden biriydi. George Orwell yarattığı bu distopik evrende öyle etkileyici unsurlar kullanmış ki okurken kendinizi sıkıştırılmış, özgürlüğü elinden alınmış ve yoksun hissediyorsunuz. Bence asıl amacı düşündürmek ve okuru zihinsel anlamda rahatsız etmekti, epey başarıya ulaştığını gönül rahatlığıyla söyleyebilirim.
Olaylar 1984 yılı olduğu düşünülen bir toplumun İngiltere’sinde geçiyor. Aslında İngiltere demek pek doğru değil, Okyanusya desek daha doğru olur. Uzun yıllar Doğuasya veya Avrasya’yla yaptığı savaşların neticesinde güçten düşen ve halkın temel gereksinimlerini kısıtlayan devlet, insanları bir jilet bulmak için bile haftalarca uğraştırmak durumunda bırakıyor.
Öyle güçlü bir devlet otoritesi var ki Devlet Başkanı Büyük Birader’in resimleri, öğretileri, söyleyişleri her yerde ve herkese hakim. Tele ekranlar tarafından takip edilmediğiniz tek bir an yok. Uykuda, tuvalette, yemekte ve hatta eşinizle paylaştığınız mahrem anlarda bile izleniyorsunuz, tepkileriniz takip ediliyor. Kendi kanınızdan olan ufacık çocuklarınız sizi polislere şikayet etmek için açık kolluyor. Polisin adı ne mi? Düşünce polisi. Evet, ülkede en büyük suç Düşünce suçu olduğu gibi affedilmeyen tek suç da bu.
İnsanların düşünmesinin, iki kere ikiye dört diyemez hale gelmesinin ve gerçekliğe ulaşmasının tamamen engellendiği bir dünyada hakikatin farkında olan bazıları var elbet. Baş kahramanımız Winston da onlardan biri. Bakalım, bu totaliter sisteme boyun eğecek mi yoksa düşünmeyi becerebilen nadir insanlardan biri olarak bir şeyleri değiştirebilecek mi?