Şehrin kıyısında, ufacık bir derenin kenarında, dalları suya sarkan ihtiyar bir söğüt ağacı vardır. İlkbaharın başlangıçlarında bu söğüdün dallarına bir dişi kırlangıç gelip kondu; derenin bir başından bir başına yıldırım gibi uçan, beyaz göğüslerini suya dokundurarak şeffaf kanatlı küçük böcekleri yakalayan diğer kırlangıçlara bakmaya başladı.
–Ah niçin kendini bu hale koydun? Ben sana ne yaptım ki benim yolumda hayatını feda ettin?
–Çünkü seni seviyordum. Zararı yok. İlk gördüğüm zaman senin gözlerin kalbimde ölümcül yaralar açmıştı. Zaten yaşamazdım.
Heyy! Gidip geliyorum bu çöllerde
Kureyş’in heybetli ve inatçı develeri
Hiç aldırmadan benim esmer sevdama
Geviş getiriyorlar ufka bakarak
Ben kaçıp Yesrib’e sığınıyorum
Yesrib bahane, bir kitaba sığınıyorum
Dağda, ovada, badiyede okuduğum hep elif
Elif diyorum Sitare, sineme elif çekiyorum
“Ah minel aşk-ı ve halatihi..”
Çok eski bir gerçektir bu
“Canımı kudretiyle elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki, bir adam bir kabrin yanından geçerken kendini o kabrin üzerine atıp; «Âh! Keşke şu kabirde yatanın yerinde ben olsaydım!» diye kendini yerden yere vurmadıkça dünya hayatı son bulmayacaktır. O kimse dindarlığı sebebiyle değil, başına gelen belâlar yüzünden böyle davranacaktır.” (Buhârî, Fiten, 22; Müslim, Fiten, 54)