İstanbul’a üniversite için gittiğim ilk sene kuzenim beni İstiklal Caddesine götürmüştü, ilk olarak neden burayı seçtiğini uzun yıllar düşünmüşümdür, Fransa Başkonsolosluğu’nu geçtikten sonra durup önümde uzanan caddeye bakarak “Ne yani, burası mı?” deyivermiştim. İstanbul burası mıydı, bu insan seli, bu beton kent, bu karmaşa, bu telaş, gölgesinde dinlenecek tek ağaç bulamamak mıydı İstanbullu olmak… Tabiatın insana cömert davrandığı bir şehirde büyümenin toyluğunu epey zaman atamadım üzerinden. İki kıtayı birbirine bağladığı kadar yüreğimdeki hiçbir kara parçasını yan yana dahi getirememişti bu şehir.
Çevremdeki her şey koca bir devinim halindeydi, aldığım eğitim dünyaya başka türlü bakmama sebeplendi, bir kitabı okurken nasıl o zamanın şartlarını düşünmek gerekti, İstanbul’u da böyle okudum, satır satır. Kitaplardan, şiirlerden, filmlerden, park ve bahçelerde yahut kuytu köşelerde karşılaştığım heykellerden, binalardan, resimlerden.. Ah nerede falanca şiirde bahsedilen İstanbul, bulup çıkardım. İşte Sunay Akın’ı sevgim de böyle başladı. Nazım sever, şiir sever, yazı sever ve İstanbul’a yapılanlardan çokça nefret eder… daha ne olsun.
Her kitabı sohbet havasında, sanki birazdan “Eee kravatın tarihçesini, İstanbul simitçilerini anlatıyordun dönüp dolaşıp şiire nasıl geldi konu?” diyecekmişim de ağzımın payını hemencecik alacakmışım gibi. Öyle bir söz ustalığı, nükteli bir dil ve hayal gücü.