bencilce değil mi?
biliyorum ama bencil olmayan var mı? üstelik en büyük bencilliğimiz de çocuk yapmak değil mi? yaşamın ne olduğunu bile bilmeyen bir canlıyı zorunlu olarak dünyaya getiriyoruz. mutlu olacağının garantisini verebiliyor muyuz ya da hastalıksız, dertsiz, uzun bir ömür sürmesini sağlayabiliyor muyuz? yok ama sonuçlarını düşünmeden çocuk yapmaya devam ediyoruz.
sabun köpüğü gibi bir kitap. bir çırpıda bitiyor. karakterlerin isimleri (burç, gülriz, kartal, kenan) ve yaşam tarzları fazla beyaz türk geldiği için onlarla bütünleşmek benim gibi sıradan kişileri sıkıyor. sahiplenemiyorsun çünkü o karakteri. tüm kitap boyunca "ee ne yapmış şimdi bu" diye okuyorsun.
hoop atlıyor paris'e, hooop geliyor beyoğlu'ndaki bir lüks restorana. işleri güçleri tıkır tıkır yolunda gidiyor herkesin. hoop aradığı herkese her şeye her türlü bilgiye hemen ulaşıyor filan. araya da nihat gibi katalizör silik bir karakter koyarak okuyucuya yakın hissettirmeye çalışsa da olmamış kitap. karakterlerin altında boşluklar var ve üzgünüm ama türk romancılar tıpkı türk dizilerindeki gibi çok beceremiyorlar bu altını doldurma işini.
kitabın tek faydası beyoğlu'ndaki her gün önünden geçip adını dahil bilmediğimiz mekanlar, binalar hakkında farkındalık yaratması ve o yakın tarihin kara lekesi olan 6-7 eylül olayları'nı yeniden hatırlatması.
'Hayatta güçlü olacaksın, çünkü gerçek yasa güçtür. Adil olmanın, haklı olmanın, ahlaklı olmanın, merhamet i olmanın hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Kötüye kullanılsa bile, insanların önünde eğildiği tek değer güçtür.'
Doğru ateistim. Ne Musa'ya on emri gönderen kutsal yaratıcıya ne İsa'nın babasına ne de Muhammed'in Allahına inanmam. Fakat Musa'nın da, İsa'nın da, Muhammed'in de çabasına hayranlık duyarım. Beni asıl etkileyen onların yaşama anlam verme uğraşıdır. Bu büyük arayışa saygı duyarım.
Dinlerin de, felsefenin de, bilimin de kaynağında bu büyük arayış var. Kökleri insanın var oluşuna kadar uzanan bu düşüncelerin karşılığını bugünkü yaşamımızda görebiliriz. Tıpkı bu Mevlevihane gibi."
Liseyi bitirdiğim gün de, beni fabrikadaki odasına çağırıp, kısa ancak etkili bir konuşma yaptı. Hatırladığım kadarıyla şunları söylemişti: "Şu anda hayatın ne olduğunu idrakten çok uzaksın. Biliyorum, arkadaşlarına göre çok ilerdesin, fakat yaşın icabı hayatı doğru olarak kavraman mümkün değil. Yaşlı insanlar kendilerinden gençlere, 'Senin yaşında olmak için neler vermezdim' derler. Ben bu türden aptallıklara inanmam. Hepimiz bir ömür süreriz. Çocukluk, gençlik, ihtiyarlık, uzun bir ömür bunlardan oluşur. Sağlıklı bir ihtiyarlık, iyi yaşanmış bir ömrün kanıtıdır. Ben gençliğimi yaşadım, şimdi sana bakıp, o günlere özlem duymamın bir manası yok. Hayat kudurmuşçasına akan bir ırmağa benzer, insanoğlu ise bu ırmağın azgın sularında yolculuk yapan bir dal parçasına. Bu yolculukta değişmeyen iki olgu vardır; ilki yalnız olduğun, ikincisi ise ne kadar uzun sürse de yolculuğunun ölümle sınırlı olması...
Pek iç açıcı sözler söylemediğimin farkındayım ne var ki, gerçek bu.
Arbus, işini yaparken duygularını gizlemeyi başarmıştı. Fakat bu onlardan etkilenmediği anlamına gelmiyordu. Belki de çok etkilendiği için duygularını katmak istememişti. Duygularını açıklayamadığı için de rahatlayamamış, o yükü taşımak zorunda kalmıştı. Kendini öldürmesi de bu tezin kanıtı olarak gösterildi."