"Oysa şehirler de insanlar gibidir geçmişlerini unuturlarsa tarihlerinden koparılırlarsa kişiliklerinden de koparılırlar. Hiçbir özellikleri kalmaz, birbirine benzeyen sıradan insanlar gibi olurlar. Oysa İstanbul sıradan bir şehir değil."
Fakat adına kader, rastlantı ya da ne dersek diyelim, o belirlenemez, önceden kestirilemez, denetlenemez olaylar zinciri, isteğimize göre sıralanmıyordu işte...
“Sülaymaniye’de Bayram Sabahı,” şairliğe hevesli babamın en sevdiği eseriydi Yahya Kemal’in. Bazı mısraları bugün bile ezberimdedir.
Gecenin bitmeğe yüz tuttuğu andan beridir,
Duyulan gökte kanad, yerde ayak sesleridir.
Bir geliş var!.. Ne mübârek, ne garib âlem bu!
Hava boydan boya binlerce hayâletle dolu.
Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir;
O seferlerle açılmış nice yerlerdendir.
Bu sükûnette karıştıkça karanlıkla ışık
Yürüyor, durmadan, insan ve hayâlet karışık;
Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya,
Giriyor, birbiri ardınca, ilâhi yapıya.
Allahın evine bakıyordu Sultan, bir adım gerisinde Mimarbaşı Sinan. O Sultan ki, Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesiydi. O Sultan ki, üç kıtanın sahibi, Osmanlı İmparatorluğu, cihan hükümdarı, Yavuz Sultan Selim’in tek oğlu, Kanuni Sultan Süleyman’dı. O Sultan ki, imparatorluğu fersah fersah büyütmüş, cihana nam salmıştı. O Sultan ki, Sinan’ı mimarbaşı yapmış, ona imparatorluğun bütün kapılarını açmıştı. Ona hazineler vermiş, yapılar istemişti. Ona yetkiler vermiş, şehri yeniden imar et, demişti. Elbette bir adım gerisinde duracaktı onun Sinan; baş eğik, el pençe divan.