mesut doğan

mesut doğan
@alerdem
Şair Yazar
Yüksek Lisans
Eskişehir
https://www.youtube.com/watch?v=SsImHCsMMRg
14 reader point
Joined on January 2020
Oysa üstat kimselerin görmediği zenginlikleri görmüş kimselerin çıkamadığı yüksekliklerden aşağıdaki bahtsız ölümlüleri ehemmiyet vermeden seyretmiş, bencil bir karınca sürüsü gibi durmadan biriktiren, hırstan gözü dönmüş bu kuru kalabalığın dramatik görüntüsünü en doğru perspektiften yakalamış nadir bir adamdı.
Reklam
Hastalığın acı kokusu bir halı gibi odayı kaplamıştı, duvar kağıtlarındaki süslemeler daha da koyulaşıp irileştiler.
Çarşı alanındaki yarı aydınlık o zaman altınımsı duman rengine dönüşmüş olurdu. Bir an için, o duman rengi baldan, o donuk kehribar dan çok güzel bir öğleden sonranın doğup gelişeceğini sanır dık. Ama o mutlu an geçer, gündoğumunun alaşımı günün neredeyse tamamlanmış olan mayasını bozar, onu yeniden umarsız griliğine iterdi.

Reader Follow Recommendations

See All
O zaman işine daha da dalmış gibi yapar, toplamalar, hesaplar yaparken içinden yükselen öfkeyi belli etmemeye çalışır, ansızın bir nara atıp o kıvrımlı süslemeleri ya da gecenin içinden sürüsüyle çıkıp büyüyen, çoğalan, hep yeşil kalan hayaletimsi filizler ve dallarla karanlığın rahminden sürgün veren o deste deste gözleri ve kulakları avuçlamak arzusuyla körlemesine öne atılmak için duyduğu dürtüyü bastırırdı. Gece çekilip sabah olunca, duvar kağıdı canlılığını yitirir, yapraklarını, çiçeklerini döker, sonbahara uygun olarak inceleşir, uzaktan görünen ilk günışığının içeri sızmasına izin verirdi; o zaman, işte ancak o zaman, yatışırdı babam.
Sayfalarından güneş ışığı fışkıran, altın rengi armutların yumuşak, tatlı etinin kokusunu taşıyan tatil denen o dev kitaba ışıktan başımız dönerek daldık.
Reklam
Kentin dış mahallelerindeki evler, pencereleriyle falan, küçük bahçelerindeki coşkulu çiçek karmaşasının içine gömülür lerdi. Günışığının gözünden kaçan yabanotları, her tür yabanıl çiçek, sonu gelmez bir günün sınırlarındaki zaman aralığının ötesinde, düşleri için kendilerine vakit kalmasının mutluluğuy la sessizce keyif çatarlardı. Sağlam bir sapın ucunda duran, bü yüme hastalığına tutulmuş, yaşamının son acılı günlerinin sarı yasına bürünmüş kocaman bir ayçiçeği, dev cüssesinin ağır lığıyla yere eğilirdi. Ama dış mahallenin basit çançiçekleri ve gösterişsiz, yalın çiçekler, ayçiçeğinin acıklı öyküsüne hiç aldır madan, kendi kolalı pembe, beyaz giysileri içinde umarsızca dururlardı.
Yüksek sesle haykırma isteğinden acıdı boğazı, yükseklerde bir atmaca ya da bir kartal gibi haykırmak, rüzgarlara haykırmak kurtuluşunu, delercesine. Bu, hayatın çağrısıydı ruhuna, ödevlere dünyasının sıkıcı kaba sesi değil, mihrabın soluk hizmetine çağıran insanlıksız ses değil. Bir anlık yabanıl uçuş kurtarmıştı onu ve dudaklarının içerde tuttuğu fer çığlığı beynini oyuyordu.
Sayfa 181Kitabı okudu
Babasıyla iki eski dostu geçmişin anılarına içerken Stephen tezgahtan üç bardağın kalkışına baktı. Bir rastlantı ya da mizaç uçurumu onu onlardan ayırıyordu. Zihni onlarınkinden daha yaşlı gibiydi; çabalarının, mutluluklarının, hayıflanmalarının üstünde daha genç bir dünyanın üzerinde, bir ay gibi soğukça parlıyordu. onların kanını kaynatan hayat ve gençlik onda yoktu. Ne başkalarıyla arkadaşlık etmenin tadını, ne kaba erkek sağlıklılığını ne de anne baba sevgisini biliyordu. Ruhunu karıştıran soğuk, kötü, sevgisiz bir hırstan başka tek şey yoktu. Çocukluğu ölmüş ya da yitip gitmiş, yanında basit sevinçlere kapılabilen ruhunu alıp götürmüştü ve hayatın ortasında ayın çorak kabuğu gibi sürükleniyordu.
Sayfa 100Kitabı okudu
Babasıyla iki eski dostu geçmişin anılarına içerken Stephen tezgahtan üç bardağın kalkışına baktı. Bir rastlantı ya da mizaç uçurumu onu onlardan ayırıyordu. Zihni onlarınkinden daha yaşlı gibiydi; çabalarının, mutluluklarının, hayıflanmalarının üstünde daha genç bir dünyanın üzerinde, bir ay gibi soğukça parlıyordu. onların kanını kaynatan hayat ve gençlik onda yoktu. Ne başkalarıyla arkadaşlık etmenin tadını, ne kaba erkek sağlıklılığını ne de anne baba sevgisini biliyordu. Ruhunu karıştıran soğuk, kötü, sevgisiz bir hırstan başka tek şey yoktu. Çocukluğu ölmüş ya da yitip gitmiş, yanında basit sevinçlere kapılabilen ruhunu alıp götürmüştü ve hayatın ortasında ayın çorak kabuğu gibi sürükleniyordu.
Gölge Çekilince arzular çaresiz kendi köşesine Susuyoruz perdenin ardında yenik iki gölge İçimiz sesleri çırpınıyor Sarıyor ömrümüzü ince bir pişmanlık halinde Ne kadar keskin köşeleri var oysa aşkın
Sayfa 25
Reklam
EYLÜL Günler boynu bükük bir kuğu Hatıralar titreşir mazinin Soğuk camlarında buğu buğu Pıhtılaşır ve kayar usulca Pişmanlığın ateşine doğru Sanki bir gözyaşı damla damla ... Arzular kuşatır her yanımızı Ve örer yalnızlığı görünmez ağla Zaman sürükler hüznü yapraklar gibi Yığar içimizdeki o derin boşluğa.
İnsan niçin yaşar, eğer rüzgar son ayak izlerini da silip süpürecekse? Kitaplar kendi nefesimizin ötesindeki insanları kendimize bağlamak, hayatın acımasız düşmanı olan geçiciliğe ve unutulmuşluğa karşı koymak için yazılır.
Aslında meşhur psikologların yaşadığı dönemde bir psikolog olsaydı; Maslow meşhur ihtiyaçlar hiyerarşisini tersine çevirir, Aaron T. Beck “Beck depresyon envanterini” sil baştan yeniden hazırlar, Alfred Adler kişilik türlerine inanmamakla birlikte bu türlere mutlaka üç beş yeni kişilik ekleme gereği duyardı. Alman yazar Hermann Hesse zamanında yaşasaydı Hesse, bunalım takıldığı dönemlerde tedavi için 27 Jung’un öğrencisi Lang’ı değil kesinlikle Yadigâr Bey’i tercih ederdi. Pavlov ise köpeklerle uğraşmayı bırakıp insanları dinler ve onları daha çok araştırırdı. Freud usta ise bilinçaltı teorilerini çöpe atıp biraz daha yaşama somut olarak yansıyan gerçeklerle uğraşırdı. Sadi Şirazi “büyük resim” denilen kavramı biliyor olsaydı herhâlde ahmak ve gereksiz insanlarla teşrikimesai konusunda yazdığı kötü şeyleri kitabından hemen çıkarırdı. Ya da orkestrayı ve bütünsel uyumu keşfetseydi hayat korosunda gereksiz ve tembel adamların da mutlaka önemsiz gibi duran ama vazgeçilmez görevleri olduğunu anlardı.
Çantalı adam, sanki orayı denetlemeye gelmiş gibi derin bir merakla etrafı kontrol ederek, eli mıknatıs gibi çürüğe giden bir pazarcı misali hata arayıp duran tüm denetçilerin aksine, “Kusur arayan göz, marifeti göremez!” düsturunu bilen bir tavırla bir marifet bulmak ister gibi sağa sola tarassutla bakındıktan sonra daha büyük masada oturan ve rütbeli biri olduğu anlaşılan kalın bıyıklı adama doğru yöneldi.
Bir müddet susarak konuştu. Ama hiç birimiz onu anlayamıyorduk. Sonra sınavda birisine kopya veren bir ses tonuyla, “vermek” dedi. Her şeyden kurtulmak. Eksilmek ve eksiltmek dedi. Eksilip eksilterek, eksilmeyen ve eksiltmeyeni bulmak ve ona layık olmak. Anlamıyorduk. Bir çocuk gibi her şeyi unutmak dedi. Azala azala, küçüle küçüle bir çocuk gibi olmak. Bu kadar sarih sözlerden de bir şey anlamadığımızı anladı ve biraz kırgın ve huzursuz olarak “her şeyimi verdim” dedi sonra. Üç kez sıfırladım her şeyimi ve kendimi. Üç kez yıkandım ve arındım. Üç kez doğdum. Ben verip kurtuldukça o fazlasıyla geldi peşimden. Bir gemideydim. Deniz çalkantılı ve fırtınalıydı. Boğulan ama bundan haberi olmayan insanlar vardı. Bütün ağırlıklarımdan kurtuldum. Gemi batmak üzereydi. Az kalsın boğuluyordum. İyi ki atmışım her şeyi suya dedi. Kurtuldum.
50 öğeden 16 ile 30 arasındakiler gösteriliyor.