Gog’u nerede tanıdığımı söylemeye utanıyorum: Tımarhanede!
Oraya sık sık, bir Dalmaçyalı şairi görmeye giderdim. Bir hayale karşı duyduğu ümitsiz aşk, şairi paranoyaya düşürmüştü. Sevgilisi film yıldızıydı ve kendisine beyazperde dışında gülümsemiş değildi. Şair çoğu zaman sakin olduğu için, bu paralı deliler pansiyonunun müdiirii (boy bakımından cüce, şişmanlıkta dev) onunla bahçede konuşmamıza izin verdi. Bahçenin şurasına burasına, kestane ve sedir ağaçlarının gölgelerine, kahvelerdeki gibi yuvarlak, demiı masalar, İskemleler serpilmişti. Beyazlar giyinmiş solgun hastabakıcılar, aldırış etmez görünerek dolaşırlardı.
Çok sıcak bir gün, şairle konuşurken bir hasta masamıza yaklaştı. Açık yeşil giyinmiş, ellilik, bir acayip mahluktu. İri yarı, biçimsiz. Kafasında tek kıl yoktu: Ne saç, ne kaş, ne bıyık, ne de sakal. Kırmızı kabarcıklarla dolu çıplak deriden bir soğan başı. Koyu tenli, neredeyse mor, pek geniş bir surat. Gözlerinden biri kül rengimsi giizel bir mavi, öteki sarı çizgili ve hemen hemen yeşil görünüyor. Çene kemikleri dört köşe ve güçliiydü, etli fakat soluk dudakları tamamen madeni, altın bir tebessüme açılıyordu. Şairi, tek kelime söylemeden selamladı, yanımıza oturdu. Ağzım açmadı, ama sözlerimizi büyük bir dikkatle dinliyor gibiydi. Sonradan, dostumdan, bu adamın Gog olduğunu öğrendim.